Siyaset Meydanı’ndan ‘Saba makamı’na Yaşar Nuri Öztürk

06 Haziran 2016 Pazartesi

Yaşar Nuri Öztürk, bizim ilk “televaiz”imizdir.

Onun bu bakımdan kariyeri, “Siyaset Meydanı” geleneğinden “Saba Tümer” geleneğine doğru açılan geniş bir tarihsel yelpazede karşımıza çıkar.

Ve biz Yaşar Nuri Hoca’nın, sonu başından hayli farklı ve aykırı mecralara uzanmış bu medyatik performansına baktığımızda aslında Türkiye’nin son 30-35 yıllık “kitle kültürü” macerasının izdüşümlerini de bulabiliriz. 

Netleştirmeye çalışalım!..

***

Yaşar Nuri Hoca “spektaküler”, yani göze hoş gelir, kendini dinletir ve seyrettirir olmasına karşılık sonuç itibarıyla “ciddi” bir figürdür. O yüzden “Siyaset Meydanı” geleneğine tam mânâsıyla uygunluk arz eder.

Özel-televizyonlar çağımızın 1990’larda karşımıza çıkan ilk 10 yılının özelliği, “12 Eylül” darbe-sonrasının renksiz, bozbulanık havasının ancak dağılır olduğu bir dönemeçte ülkenin ekranlar aracılığıyla renk, neşe ve temaşa ile haşir neşir olmaya başlamasıdır. Bir “açık toplum” olma kıvranışı, çeşitlenip zenginleşen ekranlarda kısmen yansıma bulur. 

Elbette bu dönemde de futbol ve magazin revaçtadır, ama toplumun yıllarca bastırılmış bilgilenme, konuşma, tartışma ihtiyaç ve iştahının önü de açılmıştır. Bu yüzden doyasıya, hatta sabahlara kadar tartışma televizyon seyrinin önde gelen bir parçasıdır.

Yani dönem, “Siyaset Meydanı” ve Ali Kırca dönemidir.

Ve Yaşar Nuri Hoca da televizüel ufkumuzda bir “Siyaset- Meydanı fenomeni” olarak belirir.

O, İslâmi pozisyon itibarıyla “püriten”dir ve bu, eğer televizyonu salt eğlence (“entertainment”) aygıtı olarak değerlendirecek olursanız çok cazip bir nokta sayılmaz.

Yaşar Nuri Öztürk, ne bir Adnan Hoca, ne Cübbeli Ahmet, ne de bir Ömer Çelakıl’dır. “Folk İslâm”ın gelenekle sarmalanmış inanç pratiklerine de; bu İslâm’ın bamtelini oluşturan tarikatlara da; fal, medyumluk ve kehanetle sarmalanmış İslâmiparapsikolojik mevzulara da tahammülü olmayan, “kitabî” (yalnız Kuran’a referanslı), arınık ve normatif bir anlayış denilebilecek püritenizmin İslâmi çerçevede kararlı bir savunucusudur o.

Yaşar Nuri Hoca, evet püritendir, ama “Selefî” de değildir. Kuran’a sıkı sıkıya bağlılıkta belki Selefî İslâm savunucuları ile buluşsa da o, alabildiğine modernisttir. Günün koşullarıyla uyarlı mahiyette Kitab’ı yorumlayarak, elbette aklî şekilde dinin hayata geçirilmesinden yana olduğunu söylemek mümkündür.

Denilebilir ki o, Selefîlik gibi, bugünü “Asr-ı Saadet”e götürmek yerine, “Asr-ı Saadet”i bugüne, bugünün koşulları eşliğinde getirmekten yanadır.

Bu doğrultuda 1990’ların laik- ulusalcı-Kemalist kararlılık arz eden resmi-politik ortamına da uygun bir medyatik karakter olarak onay görmüş, önü daha da açılmıştır.

Dolayısıyla “televaiz”likte Yaşar Nuri Hoca’nın altın çağı, 1990’lar ile 2000’li yılların başlarıdır.

***

Sonrasında televizyon seyri ve endüstrisi, eğlenceyi “ölümüne” öne çıkarır hale geldiğinde Yaşar Nuri Öztürk giderek fazla ciddi, dolayısıyla da “sıkıcı” kaçmaya başladı.

Artık “komiklik”, her alanda olduğu gibi dinî izlence söz konusu olduğunda da olmazsa olmazdı ve ekranlarda mesela “Cübbeli” daha fazla rağbet görür oldu.
Bu arada Yaşar Nuri Hoca, 1990’larda seküler-ulusalcı kesimler nezdinde edindiği medyatik kredi doğrultusunda bir diğer “ciddi” uğraş olarak siyasete yol tuttu. CHP milletvekilliği de, kendi kurduğu (çok başarılı addedilemeyecek) siyasi parti serüveni de bu çerçevede değerlendirilebilir.

İlerleyen yıllarda AKP’nin alan hâkimiyetinin alabildiğine genişlediği “post-seküler” iktidar ortamında ona medyatik teveccüh “siyaseten” de azaldı denilebilir. Bununla birlikte elbette hâlâ bir “reyting değeri” vardı ve ekranda olmaya devam etti.

Ama dedik ya, devir değişmiş, “Siyaset Meydanı” ve Ali Kırca dönemi kapanmıştı.
Artık dönem, Saba Tümer dönemiydi.

Seyir endüstrisinde “kıraat”ın değil “kahkaha”nın sermaye olduğu bu dönemde Hoca’ya “Siyaset Meydanı”nda olduğu ölçüde serbesti ve tolerans gösterecek bir Ali Kırca olgunluğu yoktu. O olgunluğun yerinde Saba Tümer’in kahkahalarla dolgun “yeni-zaman moderatörlüğü” de Hoca karşısında hiç mi hiç alttan almaya razı değildi!..

Misal, 3 yıl önce birlikte yaptıkları bir programda Yaşar Nuri Hoca ciddi ciddi konuşurken birden durup Saba’ya “Niye esniyorsun” diye sorar. Saba, “Esnemedim, hapşuruyodum Hocam” der. “ ‘İ’ ile mi, ‘u’ ile mi” diye tekrar sorar Hoca... Cevap, “Ben ‘u’yu tercih ediyorum”dur. Hoca gayet ilmî bir titizlikle “Tercih edemezsin, dil kıyasla olmaz, semaî bir kurumdur” derse de Saba noktayı koyar:
“Hocam, canım ister hapşırırım, canım istemezse hapşururum, kime ne! Ben, özgür bir ruhum” (kahkahalar, kahkahalar)...

***

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün bir ilahiyatçı olarak bu memlekette yeri elbette önemlidir ve bu bakımdan katkısı gelecek nesillerce de değerlendirilip tarihsel çerçevede mutlaka yerli yerine oturtulacaktır.

Öte yandan Türkiye’de televizyon, din ve popüler kültür ilişkisi üzerine çalışacaklar açısından da gelecekte onun çok önemli bir tarihsel veri kaynağı oluşturacağına kuşku yoktur.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları