Almanya’nın Yalan Labirenti

09 Haziran 2016 Perşembe

Almanya’nın, sıklıkla bir “ahlaki üstünlük” olarak önümüze sürülen soykırım yüzleşmesini ne kadar zor yaptığını biliyor muydunuz?
Ben bilmiyordum. Bu kış gördüğüm “Yalan Labirenti” filmi vesilesiyle öğrendim.
“Ermeni tehciri”ndeki gibi henüz badireden asır geçmemiş...
Holokost’u yapanlar hayatta...
Toplumun tüm hücrelerine sinmiş yaşıyorlar... Tanıklıkları da zor erişilen arşiv belgelerinde değil, yaşayan insanların belleklerinde muhafaza ediliyor...
Ama adı konmamış bir “anlaşmaya” imza atmışçasına kimse konuşmuyor ve herkes unutmayı yeğliyor.
Bir-iki-üç-beş yıl değil... Neredeyse yirmi yıl boyunca “Biz ne yaptık?” demeyen Alman halkı Auschwitz’e şal örtüyor.
Ta ki Johann Radmann isimli genç ve tecrübesiz bir savcı, bir eski Auschwitz komutanının Frankfurt’ta bir okulda hocalık yaptığını haber alana kadar...
O güne dek “trafik ihlalleri” gibi sıradan ve önemsiz davaları kovalayan Radmann, kendisinin de bihaber olduğu “Auschwitz olgusu” ile ilk kez böyle karşı karşıya geliyor.
Bedeli ne olursa olsun, karşısına kimi alırsa alsın, sonuna dek gitmeye ve “gerçeği araştırmaya” karar veriyor.

‘Auschwitz mi? O ne?’
’60 lı yıllardayız. 1945-46’da iki düzine “Nazi şefi”ni yargılayan Nüremberg’in üzerinden nerdeyse 20 yıl geçmiş. Ve Almanya bu mevzuyu unutmuş. “Yeniden inşa” ve “ekonomik mucize yıllarının” vur patlasın çal oynasın keyfini yaşıyor. Toplu neşeye kimse limon sıkmak istemiyor. İyi güzel...
Ama Hitler zamanındaki “10 milyon Nazi”ye ne oldu? Bir günden diğerine Naziler nereye gitti? Tebahür edip uçtular mı?
İşte İtalyan yönetmen Giulio Ricciarelli’nin “Yalan Labirenti”, Almanya’da bugün dahi çok hassas olan bu soruları soruyor: “Nazi yöneticilerinin ötesinde toplumun sorumluluğu neydi” sorusuna odaklanıyor.
“Soykırım ile yüzleşme” üzerinde yapılan bu çok çarpıcı ilk filmin, bir Alman sinemacı yerine bir İtalyan tarafından gerçekleştirilmesi, başlı başına zaten çok şey söylüyor.
Ricciarelli’nin, “gerçekler labirenti”ne dalan genç savcısı, her kapıdan savuşturuluyor. Meslektaşları kendisine elini “arı kovanına sokmamasını” salık veriyorlar.
Küstahlıkta sınır tanımayan bir yargı üyesi kendisine “Karıma söyleme ama kamplarda yemekler daha iyiydi!” diyor. Başkası “Yapmak istediğin nedir?” diye üsteliyor: “Gençler ‘Babam katil miydi?’ diye mi sorsun?”

Yüksek siyasetin kaypaklığı
En çarpıcı ifadeler, Almanya’daki tüm Nazi arşivlerinin başında bulunan ABD komutanının sözleri.
II. Dünya Savaşı’nda yenik düşen Almanya’nın resmi kayıtları Amerikalıların elinde. Ama süper güç Almanya’yı Nazi dönemiyle yüzleşme için cesaretlendirmiyor. Washington’un tavrı “Nüremberg’i yaptık! Önümüze bakalım!” şeklinde.
“Hakikat” uğruna “arşivlere” girmek isteyen savcıyı bu yüzden ABD görevlileri de engellemeye uğraşıyor: “Sen neyin peşindesin?” diyorlar: “Hepiniz Naziydiniz. Ne öğrenmek istiyorsun? Bırak bunları. Şimdi düşman komünistler!”
“Soykırım siyasetinde”, “ahlaki değerler” yerine politik çıkarın belirleyici olduğunu bundan net gösteren bir söylem olamaz.
Türkiye’yi “Ermeni soykırımını tanı!” kampanyası ile sıkıştıran “reel politika”nın, o dönemde “komünist tehdit”ten başka hiçbir şeyi önemsemediğini görüyoruz.
Herkese karşı tek başına yürüttüğü “Frankfurt davaları” sonunda savcı Radmann “mutlak gerçek” aşkıyla Auschwitz’i gün yüzüne çıkartıyor. Bu da aramızdaki çarpıcı bir fark...
Bizim coğrafyamızda gerçekler daima görecedir. O sebeple buradan bizim bir “Radmann kıssası” çıkarmamız çok zor.
Ama “Yalan Labirenti”ni kaçırdıysanız mutlaka görün. Hele şimdi Berlin ile bu kıyasıya “soykırım krizi”nin yaşandığı sırada size Almanya hakkında çok şey anlatacaktır...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sevgiliye Mektuplar 24 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları