Ayşe Yıldırım

Cehenneme karşı kıyıdan bakmak

21 Temmuz 2016 Perşembe

Alman işgali sonrası yaşanan iç savaş yılları. Halk yoksulluk ve hastalık pençesinde. Ölüm neredeyse kurtuluş. O zamanlar henüz çok küçüktü. Ama yaşadıkları o kadar korkunçtu ki geleceğini şekillendirecekti.
Tek bir meyve veren ağaç bile bırakılmamıştı civarda. Babasının sakladığı bir avuç tahılı ya da buldukları otları kurutup suyla kaynatıp bulamaç haline getirip içiyorlardı. Şanslıydılar çünkü onu bulamayanlar da vardı. Tıpkı kapı komşuları gibi. “Geceleri inleme seslerini duyardık. Açtılar, açlıktan ölüyorlardı” diye anlatıyor, “Babam, anneme kızardı sakın yemeğimizi paylaşma. Biz de yaşamak zorundayız.” Ama annesi gizli gizli gider kendileri için pişirdiği bulamacı kaşıkla ağızlarından dökerdi. Kaşığı bile tutacak halleri kalmamıştı.
Bunları anlatırken gözleri doluyordu. “Sonra ne oldu?” dedim. Kurtulmuşlar mıydı? “Hayır” dedi, “bir süre sonra açlıktan öldüler.”
Açlık ve ölüm. Silahlar ve ölüm. İşte o zaman karar vermişti. Büyüyünce avukat olup insan haklarını savunacaktı. Öyle de yaptı. Hatta sadece Yunanistan’da değil ABD, İsrail ve Türkiye’de birçok üniversitede ders veren bir akademisyen oldu.
Bunları önceki yıl yaptığımız Yunanistan gezisinde anlatmıştı.
Türkiye’deki darbe girişimi henüz başlamadan ayak basmıştık bu yıl Yunanistan’a. Dostları görüp hem iş hem tatil yapmaktı planımız. Turizme ihanet eden “vatan hainleri”ydik. Göçmen trajedisinin ardından adalarda neler yaşandığını merak ediyorduk. Yorucu bir yılın ardından belki biraz da kafamızı boşaltacaktık ki aynı akşam Türkiye’yi sarsan haberi duyduk.
Demokrasi dedikçe artan baskılar yetmiyormuş gibi bazı askerler darbe yapmaya kalkmıştı sivil yönetime. Cehenneme uzaktan bakmanın verdiği ıstırapla neler olduğunu izlemeye çalışıyorduk. Yunanistan televizyonları sabahtan akşama Türkiye’yi konuşuyordu. Karşılaştığımız her Yunanlı, “Geçmiş olsun” diyordu. Televizyonlar gibi onlar da darbenin önlenmiş olmasını alkışlıyordu. Gözaltılar, görevden almalar askerle sınırlı kalmayıp başka alanlara kayınca, cihatçı gösteriler artmaya başlayınca soruları peş peşe gelmeye başladı Yunanlıların.
“Yargıçlar, bürokratlar, belediye çalışanları, imamlar da mı darbeye karışmıştı?”, “Türkiye’de bu kadar çok cemaat üyesi mi vardı?”, “Bunları devlete kim yerleştirmişti?”, “Erdoğan’ın, Başbakan’ın bu kadar yakınına nasıl girebilmişlerdi?”, “Bu kadar yıl nasıl farkına varmamışlardı?”, “Erdoğan darbe girişimini vesile edip otoriter bir rejim mi kurmak istiyordu?”
Bu soruları soranlardan biriydi insan hakları savunucusu akademisyen. Türkiye’yi tanıyordu. O kadar üzgündü ki bu kez Türkiye’ye ağlıyordu. “Gitmeyin” diyordu, “Benim evim sizin eviniz. Burada kalın.”
Darbenin ve iç savaşın ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. “Üzülme ne olur” dedik, “Belki bedeli ağır olacak ama bunlar da geçecek.”
Ama görünüşe göre hiç de haksız değildi akademisyen dostumuz.
Bugünleri fırsat bilip Türkiye’deki tüm muhalifleri “temizleme harekâtı”na giriştiği endişesi yaratan iktidarın “küçük”, “çamurcu”, “başkentçi” tipleri de boş durmuyordu. Korku imparatorluğunun temellerini sağlam atmak için “ihbarcı” yurttaşlar da bu galeyana çağrılıyordu.
Dudaklarından dökülen inanmadıkları “demokrasi” sözcüğünün içinde yer aldığı cümlelerinde bile “asmak, köpek, tasma” kelimeleri kullanıyorlardı. Allah’ın izniyle demokrasiyi getireceklerdi, tekbir sesleriyle birlikte!
Nasıl bir ülkeyle karşılaşacağımızı bilmeden Samoslu dostlarla kucaklaşıp yola çıkarken her şeye rağmen Yaşar Kemal’in sözleri dolaşıyordu kafamızda:
Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir, barıştır.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Son bir soru ve veda 13 Eylül 2018
Siyasal yangın 30 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları