Ahmet İnsel

‘Bindik bir alamete...’

06 Eylül 2016 Salı

Yargı kararı olmadan, idarenin çok yaygın biçimde cezai işlem ve önlemlerde bulunduğu olağanüstü hal yönetiminin kendisi yürürlükteki anayasayı da askıya almış durumda. 12 Eylül cuntasının 1982’de topluma dayattığı anayasanın tanıdığı hak ve özgürlükleri de yürürlükten kaldıran olağanüstü hal yönetimi, amacı darbecilere karşı önlem almakla sınırlı olmayan, bir karşı- darbe yönetimi uyguluyor. Geçici ve sınırlı olmayacağı giderek ortaya çıkan bu yönetim tarzı, sürekli karşı-darbe rejimidir.
Bu karşı-darbe yönetiminin kendini meşru kılmak için kullandığı temel gerekçe, şüphe. Kuvvetli veya yeterli şüphe değil, hatta makul şüphe bile değil, ceza muhakemesi hukukunda basit şüphe olarak tanımlanan gerekçelerle insanlar meslekten atılıyor, tutuklanıyor, malvarlıklarına ihtiyati tedbir konuyor. Bir kişiyi suçlamak için eldeki deliller yetersiz veya azsa, emare niteliğindeyse, buna basit şüphe denir. Bunlar ancak soruşturma açma gerekçesi olabilir. Kamu davası açmak için şüphenin “yeterli şüphe” derecesinde olması gerekir. Yasalara göre, şüphelinin hak ve özgürlüklerinin kısıtlanması için bu da yetmez. Tutuklama, kayyım atama, mal varlıklarına el koyma gibi önlemlerin alınması için “kuvvetli şüphe” oluşturacak yani nesnel bir gözlemciyi şüphelinin söz konusu suçu işlemiş olduğu konusunda ikna edecek yeterli bilginin toplanmış olması şarttır. Somut olgu ve bilgilerle desteklenmeyen, kanaate dayanan kuvvetli şüphe yoktur.
Olağanüstü hal de basit veya makul şüpheyle kişileri temel hak ve özgürlüklerinden yoksun bırakma yetkisi vermez. “Olağanüstü hal var, anayasa, babayasa, kanun tanımıyoruz” demek, kendinden menkul bir meşruiyete sahip olduğunu ilan etmek demektir. Başka bir ifadeyle, başarısız kalmış darbe girişimi başarılı olsaydı uygulayacağı gayrimeşru yönetimi, darbeyi meşru ve haklı gerekçelerle bastıranların hayata geçirmesi demektir. Darbe fırsatçılığıdır.
“Üzerinde şüphe bulunan” on dört bin öğretmenin daha “tedbir olarak” önümüzdeki günlerde açığa alınacağını Başbakan’ın ilan etmesinin adı budur. Herhalde bunun ardından yeni bir KHK ile memuriyetten de atılırlar. Elli bine yakın kamu personelinin, herhangi bir yargı kararı olmadan, idarenin haklarında taşıdığı şüphe nedeniyle işten atılması karşı-darbe yöntemidir. Anayasanın açık ve kesin hükmüne rağmen ve herhangi bir gerekçe göstermeden, şüpheli veya sanık kişilerin yakınlarının seyahat özgürlüklerinin idari kararla kaldırılması da. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin dördüncü maddesini askıya almak böyle bir yetki vermez. Olağanüstü hal ilan etmek basit şüpheye dayalı gözaltı ve tutuklama yetkisi yaratmaz. Hukuk devletinin toplu cezalandırma, gözaltında işkence ve kötü muamele yapma, şüphelilerin yakınlarını rehin tutma yetkisi hiçbir ahval ve şeraitte yoktur. Bugün Türkiye’de bu sayılanların hepsi gerçekleşiyor ve bunlar münferit vakalar değiller. Şüphe üzerinden yaratılan korku imparatorluğu, sadece muhalefet üzerinde değil, AKP’nin içinde de yayılıyor.
Yargının iktidar tarafından kuşatıldığı bu ortamda, çare susmak, pısmak, “bu da geçer yahu” diyerek kabuğuna çekilmek olamaz. Hukuk devletinin elde kalan son kırıntılarını kullanarak, şimdi işe yaramasa da, sonra gerekli olacak hukuk mücadelelerini sürdürmek son derece önemli. CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu, yaşanan bütün hak ihlalleri için yargıya şimdi müracaat etmenin, süresi geçmeden kayıt altına alınmalarının önemini ısrarla hatırlatıyor. İleride açılacak davalar ve AYM ve AİHM’ye yapılacak başvurular açısından bu ilk adımı atmak şart.
Açık kalan her kapıyı kullanarak verilecek hukuk mücadelesinin yanında demokrasi, eşitlik, demokrasi ve özgürlük ilkelerini benimsemiş muhalefet partilerinin, kitle örgütlerinin önünde sivil itaatsizlikten şiddet içermeyen meşru direniş hakkına kadar karşıdarbe rejimine karşı mücadelenin yürütüleceği birçok alan var. Ne var ki bugün toplumsal muhalefet de büyük ölçüde sersemlemiş vaziyette ama bunun yegâne nedeni karşıdarbe yönetimi değil. Kürt siyasal hareketi üzerinde tahakküm kurmuş olan şiddet politikası da bu durumdan sorumlu. Şiddetin karşı-şiddeti beslediği ve çok ağır bir insani bedel ödenen bu sarmalda, PKK’nin yürüttüğü ve dayattığı şiddet politikası, demokratik muhalefeti sessizliğe ve eylemsizliğe mahkûm ediyor. İktidarın “çözüm mözüm yok” demesini, Kürt siyasal hareketinin yasal siyasal alanda mücadele yürüten örgüt ve çevrelerini ablukaya almasını, tecrit etmesini kolaylaştırıyor.
Cem Karaca, 1999’da bestelediği, “Bindik Bir Alamete...” başlıklı şarkıda, “Bu döngü kısırdöngü, başı var da sonu yok” der. Gerçekten sonunun ne olacağını bilemediğimiz bir yolda ilerliyoruz.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bir otokrat prototipi 1 Eylül 2018
Kayırma ekonomisinin bedeli 28 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları