‘Hiç kimsenin kenti’nde yaşamak…

24 Ekim 2016 Pazartesi

 “…Tünel’e dev bir fotokopi makinesi yerleştirilmişti. Haznesinden birbirinin kopyası insanlar fırlatıyordu. Karşıdan sıra sıra, oluk oluk, sayfa sayfa geliyorlardı. Aynı dişsizlikle gülüyor, aynı bebeksiz gözlerle bakıyor, aynı haksızlığa uğramışlık duygusuyla kaşlarını çatıyorlardı. Her biri, farklı olduğuna inanıyordu. Bu bakımdan da tıpatıp birbirlerine benziyorlardı. Kendilerine benzemeyenlerin diktikleri binalar arasında yürüyorlardı. Bir süredir kendilerini böyle yerlerde daha iyi hissediyorlardı…”
Bu satırları, Tolga Gümüşay’ın “Hiç Kimsenin Kenti” adlı romanından (Altın Kitaplar, İstanbul 2015) aldım. Ama bu romanla kitabında değil, İZTV yapımı, aynı adlı belgeselinde tanıştım. Gerçek bir edebiyat eseri ile kusursuz bir belgeselin evliliğinden ne kadar güçlü bir sanat eserinin doğabileceğine sahne sahne, ardından da sayfa sayfa yazarın canlı rehberliğiyle tanıklık ettim. Çünkü belgeselde bizi romanın geçtiği Galata’da dolaştıran, yazarın kendisi…

Çöken bir kültürün romanı…
Rastlantının da bu kadarı! Önce bu belgeseli seyretmek, sonra koştura koştura romanı bulup okumaya başlamak, ardından da daha romanın son sayfalarını çevirmeden, bütün hayatını anlatılan yerlerde geçirmiş son Levanten Giovanni Scognamillo’nun ölüm haberini almak!
Ama rastlantılar bu kadarla bitmiyor.
Çünkü “Hiç Kimsenin Kenti”, aslında çöken bir kültürün romanı. Galata’yı, Asmalımescit’i, Beyoğlu’nu mekân tutmuş olan Levanten kültürü ve ben, sanırım “Kıyıdaki Adam” adlı otobiyografik romanımda ilkgençliğimin bir döneminden söz ederken: “…o gün Asmalımescit’e taşındım” demiştim.
Peki, hangi gündü o?
Neredeyse doğduğumdan bu yana yaşadığım Moda’ya, yani aile(!) evimin bulunduğu semte iç dünyamda bir daha dönmemek üzere veda ettiğim gün.
Yıllarca o semtte, Ermeni, Rum, Musevi, Avusturyalı, Kürt ve Türk karması bir çocukluk ve ilkgençlik ikliminde yaşadıktan, evde ‘ailem’ sandığım kadının ve erkeğin birbirlerine duydukları nefretin kozasıyla sarmalamış ikliminin ‘yuva’ anlamına geldiği yanılsamasından günün birinde o kadından ve o erkekten: “Sen doğmasaydın biz çoktan ayrılmış olacaktık!” serzenişini duyup, gerçekte ne kadar kimsesiz olduğumun bilincine vardığım gün.

Bizbizelik, aslında tenhalaşmanın öteki adıdır…
Kimsesizdim, çünkü vardığım zaman diliminde artık biraz yukarıda sözünü ettiğim, ilkgençliğimi saran ‘karma iklim’ de dağılmıştı. Bizler, yani sözde ‘buralı olanlar’, o iklimi dağıtmıştık. Belki de ‘bizbize kalmayı’ vatanseverlik saydığımız için! Böylesine bir ‘bizbizeliğe’ kavuştuğumuz(!) gün ise vakit, artık çok geçti. Artık çoktandır -Tolga Gümüşay’ın deyişiyle-“Bu topraklarda yeşermiş bir varoluş (ya da yok oluş) biçimini tercih etmek, bu toprakların insanlarına yasaktı. Ruhu satmak serbest, yuvasını aramak yasaktı…”
“Hiç Kimsenin Kenti”, bir zamanlar herkesinken, hepimizinken, değişim ile yıkımı sonunda eşanlamlı kılarak “hiç kimsenin” kılmayı başardığımız bir kentin romanı … 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları