Sungu Çapan

Wes Anderson’dan 20. yüzyıl masalı

18 Nisan 2014 Cuma

20. yüzyılı özetleyen, çok katmanlı hikâyesiyle kesinlikle kaçırılmayacak nitelikteki ‘Büyük Budapeşte Oteli’, festivalin ardından şimdi de sinemalarda

>Anlatı yapısı, karakterleri, mizansenleri, oyunculuk, dekor kostüm aydınlatma ve sanat yönetimi gibi her bakımdan çok emek ve çaba verilmiş, aşırı çeşitliliğiyle öne çıkan, baştan sona nostaljik bir hüzün duygusunun da sindiği, Stefan Zweig’a adanmış bu son Wes Anderson seyirliği, kuşkusuz bu yönetmenin tüm tiryakilerini mest edeceğe benzer.

Jüri büyük ödülünü kazandığı Berlin Film Festivali’nin açılış filmi olan “The Grand Budapest Hotel-Büyük Budapeşte Oteli”, bizim festivalde de gösterilmesinin ardından sinemalarda da gösterime girdi. Son 15 yıldır “Tenenbaum Ailesi, Suda Yaşam, The Darjeeling Limited” ve “Moonrise Kingdom” gibi, aşırı stilize hikâyeleme tarzı, tuhaf karakterleri ve incelikli olay örgüsüyle (ayrıca acayip ayrıntı bolluğuyla), neşeyle hüznü kaynaştıran, kendine özgü nostaljik ve estetik bir üslup tutturmuş, seyri zevkli, hoş ve ilginç filmleriyle etkilediği sinemaseverler arasında özel hayranlar edinmiş, Amerikalı yaratıcı yönetmen Wes Anderson, eserlerini yeni okuyup tanıdığı, vaktiyle Nazilerden çok çekmiş ve intiharı tercih etmiş, ünlü Avusturyalı yazar Stefan Zweig’dan (1881-1942) epeyce esinlenerek senaryosunu Hugo Guinness’le birlikte yazıp ünlü oyunculardan oluşan çok zengin bir kadroyla Almanya’da çekmiş yeni filmi “Büyük Budapeşte Oteli”ni.
Aslında eski usül tekniklere bağlı olan ama dijital teknolojinin nimetlerinden de yararlanan Anderson’un hikâye içinde hikâye içinde hikâye şeklinde ve bölümler halinde, çok katmanlı bir çağdaş masal formatında kurduğu film, hayatını çalıştığı çok görkemli Budapeşte Oteli’ne ve seçkin müşterilerine adamış otel görevlisi M. Gustave’la (Ralph Fiennes filmin lokomotifliğini üstlenmiş) kol kanat gerip eğittiği yardımcısı, göçmen çocuğu, Bellboy Zero Mustafa’nın (Tony Revolori gençliğini, F. Murray Abraham da yaşlılığını canlandırıyor) kahramanı olduğu birtakım olayları anlatıyor.
Geriye dönüşlerle 1980’li yıllardan 1960’lara ve 1930’lara gide gele 20. yüzyıl tarihini kısaca özetlerken alttan alta geçmişle günümüz arasında benzerlikler kuran göndermelerde de bulunan “Büyük Budapeşte Oteli”, Viyana, Berlin, Prag gibi tiyatro, sinema geçmişleri olan Orta Avrupa’nın kimi namlı kültür sanat merkezi kentlerinin karışımı çağrışımı yapan, hayali bir Zubrowka ülkesinde geçiyor.
Özellikle 1930’lar üzerinden epizodik bir anlatımla 20. yüzyılın çağdaş bir masal havasında özetlendiği filmde, hep kalplerini kazandığı yaşlı, yalnız ve çok varlıklı kadın müşterilerini hoşnut ederek oteli çekip çeviren, nazik, zarif centilmen jigolo Gustave’a fena halde tutkun, zengin Madame D’nin (Tilda Swinton’ı tanıyana aşk olsun!), bir gece vakti strikninle zehirlenip öldürülmesinin zanlısı olarak tutuklanıp hapishaneyi boyluyor kahramanımız. Çünkü Madame vasiyetnamesinde, Flaman ekolünden ünlü ressam Johannes Van Hoytl’un paha biçilmez “Çocuk ve Elma” (!) tablosunu ona bıraktığı için mirası bekleyen büyük oğul Dmitri’yle (Adrian Brody) öteki aile bireylerinin hedefindedir Gustave’ımız.
Hocası ve ustası Gustave’ın bıraktığı otelin, zaman içinde yıllar geçtikçe, bellboyluğundan sahipliğine yükselmiş ve avukat Kovacs (Jeff Goldblum) gibi, çıkan tüm engelleri ortadan kaldıran, psikopat tetikçi, ürkütücü katil Jopling’in (Willem Dafoe yine döktürüyor) patronu Dmitri’yle Gustave’ın kıyasıya miras mücadelesine girişmesine başından beri tanık olmuş Zero Mustafa anlatıyor sonuçta 100 dakikaya sığdırılmış, çeşitli yan karakter ve hikâyeciklerle, epizodik anlatımıyla ilginç kılınmış bütün hikâyeyi.
Amansız tetikçi Jopling’in karanlık, kanlı vukuatlarıyla sürükleyici bir polisiye lezzetine de kavuşan, aşırı çeşitliliğiyle de göz doyuran, ilmek ilmek işlenmiş, onca emek verilmiş film, meraklısını kaçırılmaz nitelikte keyifli ve eğlenceli bir 20. yüzyıl gezisine çıkarıyor kısacası.
İmgelemi zengin, buluş ve oyunbaz numaraları bitmek bilmeyen yönetmenin bölüm bölüm kurduğu ve aslında başrolü üstlenmiş, Gotik- Art Nouveau karışımı, görkemli Budapeşte Oteli’nin, değişen dönemle birlikte bir Nazi karargâhını andırdığı, 1960’lardaysa komünizm dönemi mimarisinin ağır bastığı donuk bir yapıya dönüştüğü filmde, Hitler’le Nazizm belasının tüm Avrupa’yı sardığı büyük savaş yılları, hapishane arkadaşlığı, hapisten inanılmaz kaçış, karlı dağ doruklarına yükselen teleferik ya da tren sahneleri iz bırakıyor.
1990’ların başında, Fransız yönetmen Jean- Pierre Jeunet’nin çarpıcı görselliğiyle, entelektüel referansları ve keyifli anlatımıyla belleklerde yer etmiş, ünlü başyapıtı “Amelie”de doruğuna ulaştığı o usta işi, incelikli, oyuncaklı sinemasından epeyce etkilenmiş izlenimi uyandıran filmde geriye dönüşlerle yürüyen hikâyeyi, bildik türleri, kalıpları, alışılmış durumları, kendine özgü stilize tarzıyla harmanlayıp kaynaştırmış masalcı Anderson’umuz.
Bill Murray, Edward Norton, Harvey Keitel, Tilda Swinton, Owen Wilson Saoirse Ronan, vb. gibi gözde oyuncularını toplayıp irili ufaklı rollerde bir araya getirmiş yönetmen Anderson, filmi aynı zamanda tam bir görülesi ünlü yıldızlar geçidine çevirmiş.
Özetle, anlatı yapısı, karakterleri, mizansenleri, oyunculuk, dekor kostüm aydınlatma ve sanat yönetimi gibi her bakımdan çok emek ve çaba verilmiş, aşırı çeşitliliğiyle öne çıkan, baştan sona nostaljik bir hüzün duygusunun da sindiği, Stefan Zweig’a adanmış bu son Wes Anderson seyirliği, kuşkusuz bu yönetmenin tüm tiryakilerini mest edeceğe benzer.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları