Olaylar Ve Görüşler

Üniversiteyi Saray’a bağlama

03 Aralık 2016 Cumartesi

Bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından “Allah’ın lütfu” olarak kutsanan 15 Temmuz kalkışması, siyasal iktidarın kapısına bağlanmamış tüm muhalefetin tasfiyesine, hatta kırımına kılıf olmuştur. Kırım ve tasfiyenin silahı ise, KHK’ler.

Türkiye’nin iç barışı, bölgesel ve küresel ilişkileri, bizzat siyasal iktidar eliyle, durdurulması olanaksız dalgalanmalara, çatışmalara, kargaşaya, krizlere sürüklenip durmakta. İkibinli yılların ilk on yılından sonraki süreç, her alanda dikiş tutturulmanın olanaksızlığının tanıklığına bizleri zorlamakta. Krizin tepe noktasını ise, 15 Temmuz 2016’da “Yararlı Salaklar” tarafından gerçekleştirilen ve başarısızlığa mahkûm olması kaçınılmaz olan silahlı kalkışma oluşturdu. Bizzat Cumhurbaşkanı tarafından “Allah’ın lütfu” olarak kutsanan bu kalkışma, siyasal iktidarın kapısına bağlanmamış tüm muhalefetin tasfiyesine, hatta kırımına kılıf olmuştur. Kırım ve tasfiyenin silahı ise KHK’ler. Ben bu yazımda, bu silahın üniversitede nasıl kullanıldığını irdelemek istiyorum.
İlk kullanım, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri ile barış çağrısı yapan akademisyenlerin, emir ve komuta zinciri uyarınca başlatılan disiplin soruşturmalarının sonucu bile beklenmeksizin, KHK ile üniversiteden atılmalarında kullanıldı. YÖK, kuruluşundan 2016 yılının Temmuz’una kadar ve hatta günümüzde, üniversite çalışanlarının disiplin işlemlerinde, anayasaya, yüksek yargı kararlarına aykırı “korsan disiplin yönetmeliği” ile terör estirirken, bu kapının, Danıştay 8. Dairesi’nin 09.03.2016 gün ve 2016/1221 sayılı yürütmeyi durdurma kararı ile kapanması üzerine, kıyım ve tasfiyeyi, 15 Temmuz 2016’dan sonrasındaki KHK’lerin üzerine yıkmıştır.

‘Atama değişikliği’
KHK silahının ikinci kez YÖK sisteminde kullanılması, 03.10.2016 gün ve 676 Sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile olmuştur. Bu kararname ile iki düzenleme getirilmiştir. Bunlardan, ilki Denetleme Kurulu’nun oluşumunda değişikliğe gidilmiş, üye sayısı ondan on beşe yükseltilmiş, atanmaları, kurumlardan YÖK’e aktarılmış, 6 yıllık üyelik süresi 3 yıla indirilmiş ve üç yılını tamamlamış olan üyelerin tümünün görevi sonlandırılmıştır.
Kamuoyunda asıl tartışılan, rektörlük atanmasını düzenleyen 13/a maddesinde yapılan değişikliktir. YÖK sisteminde rektör atanması; 6 Kasım 1981’den 07.07.1992 gün ve 3826 Sayılı Yasa ile yapılan değişikliğe kadar, iki dereceli seçim biçiminde olmuştur. Sistemin kurucusu ve 11 yıl tek ve mutlak patronu olan İhsan Doğramacı’nın önerdiği dört kişiden işaret ettiğinin Devlet Başkanı (Evren ve Özal) tarafından atanması biçiminde gerçekleşmiştir. Bu tek seçicinin (Doğramacı) egemenliğindeki sistem, 07.07.1992 günlü 3826 Sayılı Yasa ile, üç dereceli kılınmıştır. Üniversitenin öğretim üyeleri, önce altı aday adayı belirleme zorunda idiler. Bu altı aday-adayı, YÖK tarafından, hiçbir kural, ölçüt ve etik değere bağlı olmaksızın üçe indiriliyor ve üçten biri, yine belli olmayan ölçütlerle cumhurbaşkanı tarafından rektör olarak atanıyordu.
Bu üç dereceli ucube seçim sisteminin tek dereceli seçime dönüştürülmesi, akademiya topluluğunun uzun süre savaşım verdiği bir yöntem olarak varlığını 24 yıl sürdürdükten sonra, 676 Sayılı KHK ile, yeniden, 12 Eylül faşist yönetimin ürünü olan yönteme döndürülmüştür. Getirilen düzenleme, rektörleri tümü ile Saray’a bağlamıştır. Akademiya topluluğu, tek dereceli seçim ile yöneticilerini belirlemek savaşımı verirken, ilk basamak seçiciliğinden de azledilmiş ve “Saray’ın gözdesi”ne teslim edilmiş olmaktadır. KHK ile değiştirilen rektörlük ataması sisteminin ilk uygulaması, aday olmayan birinin, akademiya topluluğunun yüzde 90’ına yakın desteğini bulmuş önceki Boğaziçi Rektörü yerine atanması olmuştur. Ve en saygın ve etkin bir üniversitemizin iç barışı bozulmuştur. Yani kamu düzenini yeniden sağlamak amaçlı ilan edilmiş olan olağanüstü hal, var olan kamu düzenini bozmak yolunda kullanılmıştır.

‘İmza suçu işlemek’
Bununla da yetinilmemiş, 676 Sayılı KHK ile, vakıflarca kurulan üniversite rektörlerini belirleme ve atama yetkisine sahip olan mütevelli heyet de devre dışı bırakılarak, devlet üniversitelerindeki sistem, onlar için de geçerli kılınmıştır. Yani vakıf kurucularının kendi mülkü üzerindeki hakları, ortadan kaldırılmıştır. Bu da anayasanın 130’uncu maddesindeki “Vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumları, mali ve idari konuları dışındaki akademik çalışmaları, öğretim elemanlarının sağlanması ve güvenlik yönlerinden, Devlet eliyle kurulan yükseköğretim kurumları için anayasada belirtilen hükümlere tabidir” hükme aykırıdır.
Gerek “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı bildiri imzacılarının devlet memurluğundan çıkarılması ya da açığa alınmasının OHAL gerektiren silahlı kalkışma ile ilgisi söz konusu değildir. Yanı sıra Anayasanın 130’uncu maddesindeki “Üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulu’nun veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar” kurala da açıktan aykırıdır. Bildiri, Ocak 2016’da imzaya açılmıştır. “Allah’ın lütfu” diye kutsanan silahlı kalkışma ise 15 Temmuz 2016’da gerçekleştirilmiş, olağanüstü hal kararı 20.07.2016’da alınmıştır. Olağanüstü hal, anayasanın 120 ve 2935 Sayılı Olaganüstü Hal Yasası’nın 3. maddesine göre ilan edilmiştir. Üniversiteler tarafından imzacı akademisyenlere atılmak istenilen suç “ideolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükun ve çalışma düzenini bozmak” olarak tanımlanmaktadır. Bu atılı suçun da, ne anayasanın 120 ve ne de 2935 sayılı yasanın 3. maddesinde tanımlanan eylemlerle ilgisi söz konusudur.

‘Parlamento kararı’
Sonuç olarak; Barış Bildirisi imzacılarının ve iktidar kapısına bağlı kılınmamış sendika üyelerinin kırımı ve tasfiyesi ile, Yükseköğretim Yasası’ndaki değişikliklerin, OHAL ve KHK gerekçesi ile ilgisi bulunmamaktadır. Barış Bildirisindeki imza ile, Yükseköğretim Denetleme Kurulu üyelerinin, sayısının, atama biçiminin “özgür demokrasi düzenini, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerinin ciddi belirtileri ya da kamu düzeninin ciddi biçimde bozulması” olarak algılanarak KHK’ler ile düzenlenmesi, aklımızın tutulması ya da aklımızla alay edilmesi anlamı taşımaz mı? Bu KHK’nin, parlamento tarafından tez elden ortadan kaldırılması, hukuk devletinin ve hatta yasa devleti olmanın asgari koşuludur.

Prof.Dr.Mustafa Altıntaş YÖK-YDK Üyesi, Eğitim-Sen Tems.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları