‘Ben’in sorumluluğu -1

05 Aralık 2016 Pazartesi

Mustafa Kemal Atatürk’ün 29 Ekim 1923’te kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, asla yıkılmayacak. Yıkamayacaklar.
Bu söylediğime kendimi çaresizlikten kurtulmak için kaptırdığım bir yanılsamaya dört elle sarılmak için değil, fakat bir gerçek olduğu için inanıyorum. Sözünü ettiğim gerçeği de kutsal bir miras niteliğiyle sahipleniyorum.
Geçen yüzyılın ilk yarısında, yedi yüz yıllık, can çekişmekte olan bir imparatorluğun başkentinden Karadeniz’in hırçın dalgalarına yelken açan bir tek-adam, ama gerçek anlamda bir tek-adam, Samsun’da karaya artık modern çağda bir eşine daha rastlanmayacak bir Cumhuriyet’in kurucusu olarak ayak basmıştı. Evet, o günlerde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna daha dört çetin yıl vardı. Milli Mücadele gibi, modern çağda emperyalizme ilk karşı çıkışın simgesi olacak, daha sonra da dünyada daha nice Kurtuluş’lara, Kuruluş’lara ve devrimlere örneklik edecek inanılmaz bir süreç vardı.

Cumhuriyet’in gerçek kuruluş tarihi…
Ancak kuruluşu “resmi” olarak 29 Ekim 1923 günü ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti, gerçekte o tarihten yıllar önce 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal’in, kendi efsanesini Çanakkale Boğazı’nın sularında ve topraklarında çoktan kaleme almaya koyulmuş bir Osmanlı paşasının kafasında yıllar önce -hem de gerekli olacak bütün devrimlerle birlikte- çoktan kesin çizgilerine kavuşmuştu.
Bu nedenle, 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkmış olan “Sarışın Kurt”, İzmir’in işgalini haber aldığı gün “Anadolu’ya geçiyoruz!” dediği anda, artık bitmiş bir imparatorluğun tarihi ile hesabını çoktan kesmiş ve bütün planlarını kafasında hazır olan bir “Devrim Projesi”nin temelleri üzerinde inşa etmeye başlamış bir “Devrimci”ydi. Milli Mücadele’nin hemen ardından bu Devrimci’nin ilk işi, kurduğu Cumhuriyet’in başına geçmesiyle birlikte, o Cumhuriyet’in sürekliliğinin tek güvencesi olacak “Yeni Türk İnsanı”nın ve “Yeni Toplum”un temellerini atmaya başlamak oldu.

‘Yeni İnsan’, ‘Yeni Toplum’ ve ‘ben’lik sorunu…
Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçek anlamdaki devrimciliğinin özü, işte tam da bu noktada belirginleşir. Bu öz, aynı zamanda O’nun gerçekçiliğinin ve kendini en kritik noktalarda hemen açığa vuran ödün tanımazlığının yeterince kavranabilmesinin de tek anahtarıdır. Çünkü bu Tek-Adam’ın kafasında oluşturduğu Devrim Projesi, ancak Anadolu insanının çok uzun sürmüş bir kapıkulu zihniyetinin egemenliğinin ardından yeni bir ben’lik kazanmasıyla, başka deyişle her şeyden önce “ben” olabilme ve bundan böyle dünyada olup bitenlere bu “ben”in süzgecini kullanarak bakma ihtiyacını duymasıyla gerçekleşebilir. Ben’in bu bağlamdaki en önemli temel taşları ise eleştirel düşünmeyi hiç elden bırakmayacak bir akılcılık ve hayatın hiçbir ayrıntısı bağlamında önemi yadsınmayacak bir bilimsel tutum olabilir.
Atatürk’ün bu “Anadolu insanına benlik kazandırma” devrimini onun ölümünden sonra hangi noktalarda yarıda bıraktığımızı haftaya, yazımın ikinci ve son bölümünde açıklayacağım.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları