Bugünlere nasıl mı geldik?

06 Aralık 2016 Salı

Büyük insan Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümer’iyle, Hayrettin Karaca’nın doğa aşkıyla, Genco Erkal’ın dilinden Nâzım dizeleriyle, Fazıl Say’ın coşku veren müziğiyle, Yılmaz Özdil’in Adam’ıyla aynı zamanda faşizmi eşzamanlı “yaşamak” kafamızı da ruhumuzu da katmanlara bölüyor, irkiliyoruz.
Uygarlıktan koparılıp karanlıklara terk edilen yavrularımızın yangın çığlıkları, katmanlar arasında patlayan bombalar gibi, yüreğimizi parçalıyor.
Televizyonda, İkinci Dünya Savaşı filmi izler gibi iç çatışmaları ve Suriye savaşlarını yaşayıp akşam Borusan Filarmoni’de İdil Biret’i dinlemek “ruhsal bunalıma düşmemek için ilaç alan bir kişi durumuna düşürüyor bizleri”.
FETÖ’nün Ergenekon kumpasında beni ilk polis sorgulamasında savunan hukukçu Bülent Utku’nun FETÖ’cü sanığı gibi Silivri’ye kapatılışı beni içimden yaralıyor.
Tevrat, İncil, Kuran gibi üç büyük kitabın bu coğrafyadan çıkması; ve bu toprakların yüzyıllardır en kanlı savaşları yaşamakta oluşu Türkiye’deki çelişkileri de anlatıyor.

Aydınlık devrimlerden karanlıklara
Kurtuluş ve Atatürk devrimleri ile bu coğrafyanın “fıtratına” başkaldıran bir ulusun yurttaşları olarak övünüyoruz.
Köy Enstitüleri ile dünyaya örnek olduk. Bilime, sanata, uygarlığa sarıldık. Ama toprak ağasından din tüccarına ve emperyalizme kadar uzanan karanlık güçler, yolumuzu kesmeye başladılar.
Aynen İran’da Musaddık’ın yolunu kestikleri gibi, “Salem büyücülerini” oynatmaya koyuldular.
Yakılan çocuklarımızdan cephede ölen delikanlılarımıza kadar her şey bu karanlık ve emperyalist gelişmelerin sonucudur.
Bugünkü modern FETÖ’cüler gibi, eski dönemlerde de daha ilkel FETÖ’cüler vardı. Toprak ağasından Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen din tüccarlarına kadar, toplumu “karanlıklara sürükleyerek iktidarlarını korumak için” çaba gösterdiler. Geldiğimiz nokta bunun sonucudur.

Faşizmi yazmak mı? Yaşamak mı?
1964’te Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) temsilcisi olarak Avrupa Konseyi’ne (CENYC) gitmeye başladığımda Kıbrıs sorunu ve Avrupa ilişkileri ile yüz yüze geldim. Daha sonraki akademik hayatımda Ecevit, Demirel, Özal, Çiller, Erbakan, Yılmaz, Perinçek, Erdoğan ve Gül ile Türkiye’nin geçirmekte olduğu süreci yüz yüze ve aynı sofrada konuşma ve tartışma şansına (ve şansızlığına) sahip oldum: sadece bir akademisyen kimliğimle.
Kamuoyunun hiç bilmediği bazı gerçeklerle karşı karşıya kaldım: Asil Nadir’in hapsedilişinin tamamen siyasi bir komplo olması: Oyak’ın Volvo yerine Renault ile anlaşmasının 1960’larda tamamen Prof. Feridun Ergin’in “eseri” olduğu: Kirk Douglas’ın 1964’te Ankara’da İsmet İnönü ile gizlice buluşması gibi trajikomik gerçeklerle de karşılaştım.
Bugün ülkenin geldiği çelişkili ve kutuplaştırılmış ortamı düşünürken, 1960’lı yıllardan beri bire bir şahsen yaşadığım olayların bugünü hazırladığını gördüm. Bu nedenle kaleme aldım.
Yeni açmış sarı papatyalar gibi turlayan Avrupalı turistler yerine, karalara bürünmüş “yeni” nesil turistlerin ağırlığı altındaki çok sevdiğim İstanbul’dan geçen yaz kaçarak Gündoğan’a sığındım. Zeytinlerin ıssız gölgesinde 29 adam ve 1 kadınla olan bütün bu tartışmalarımı yazdım.
Dostum Haluk Hepkon’a teslim ettim, Kırmızı Kedi Yayınevi’nden bir iki ay içinde yayımlanacağını söyledi.
Adını “Yolumun Kesiştiği Ünlüler” koyduğum kitapta çok ilginçtir, bütün siyasilerle yolum kesişmiş, bir tek Devlet Bahçeli hariç.
Oysa kendisinin çok sosyal olması gerekirdi, ne de olsa, kendisi Ata Koleji’nin tedrisinden geçmiştir.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları