İki okur arasında mektuplaşmadan birkaç sahne

21 Şubat 2017 Salı

BEHZAT D: Bizler gerçekten bilim sevgisi ve heyecanıyla bu konuları tartışaduralım, bu haftaki gözlemlerim ümidimi iyice kırdı.
İş peşinde önce İstanbul, ardından Almanya, sonra yine İstanbul ve nihayet yarın Dallas’a dönmek üzere yoğun bir seyahat programım vardı. 27 yıldır ABD’de ve bunun 22’sini ABD vatandaşı olarak yaşayan ve neredeyse dünyanın her yerine gitmiş biri olarak, bir ilk yaşadım.
Çoğu kendi çocuklarıyla Almanca konuşan, ellerinde poşetler dolusu duty free feşmekânı taşıyan, buram buram sigara kokan, ama ilk bakışta eli yüzü düzgün insanlar uçağa biniş anı geldiğinde birbirlerini ite kaka ancak tek kişinin geçebileceği kapıya saldırdılar! Stuttgart Havaalanı’ndan geçtiyseniz bilirsiniz. Kapı 108, havaalanının en uzak uç noktasındaki son kapıdır. THY orayı kullanır.
O kaotik anda anladım ki, THY’ye o en son kapıyı verenler rezaletin mümkün olduğunca gözden uzak gerçekleşmesini amaçlamışlar...
Sevgili Doğan Kuban Hoca’nın Herkese Bilim Teknoloji’nin çok büyük zevk alarak okuduğum yazısında bahsettiği gibi, aklı ve düşünce yapısı ortaçağda felce uğramış Osmanlı’nın ve onu canlandırmaya amaçlı krav(atlı) akıncı zihniyetindeki bir kitlenin günlük hayattaki davranış biçiminin farklı olmasını beklemek oldukça iyimser bir beklenti olmaz mı?

‘Memurum işini bilir’
ALİ H.: Almanya veya başka bir yabancı yer, Türkler, kendilerini “baskıcı” yabancı ahlakından kurtulmuş hissettiklerinde bambaşka insanlar oluyor. Haklısınız, olay ailede başlıyor. Eskiden “İstanbul efendisi” denilen insanlar vardı. Onlar toplum içinde nasıl davranılması gerektiğini bilirlerdi… Özal’ın “Benim memurum işini bilir”, “Anayasayı bir defacık delmekle bişşeycik olmaz” gibi demeçleri zaten “acaba zıvanadan çıksam mı çıkmasam mı” diye dolmuş, taşmakta olan bardağı taşıran sözler olmuştu, sonra tut tutabilirsen.
Ahlaki aşınma (erozyon) o kadar hızlı oldu ki, tahmin edemezsin. İktidarın ikinci veya üçüncü yılıydı. Yeni açılan sahil yolunda trafik ışığında durmuş bekliyordum. Önümde bir servis minibüsü. Refüjde İBB’nin tonla para harcayarak diktiği laleler. Bir “başı bağlı bacımız”, laleleri yoluyor. Hava güzel cam açık. Ağzımı açtım, iki laf edeceğim, “bulaşmayayım” dedim, sustum.
Ama servis minibüsünün şoförü dayanamadı, başı bağlı bacımıza “Utanmıyor musun?” diye bir soru yöneltti. “Başı bağlı bacımız”, eğilmiş durumunu hiç bozmadan başını yan çevirip minibüs şoförünü azarladı: “Ne yani, benim çalma hakkım yok mu?”
Çalmak bir hak. Gel buradan yak.
17/25 Aralık olaylarına şaşmamak gerek. Toplumun ahlak olarak getirildiği yer burası.
Benim için ülkenin nereye gideceği o zaman berraklaştı.
Bu ahlak ve toplumsal mantığın daha da yaygınlaşması ve milli bir kimlik olması için üç-beş çocuk isteniyor.
Belki de bir KHK ile, “75 yaşını geçenlerin malı-mülkünün yarısı devlete kalır” gibi bir kural çıkartılacak, yeni gelir kapısı yaratmak için. Bu amaçla, referanduma bile gidiliyor!
Eğer kendimizi hâlâ “genç” hissediyorsak, Atatürk’ün “Gençliğe Hitabe”sindeki son cümleyi (muhtaç olduğun kudret, …) akılda tutmak yeterli olmalı. Ben genetik çalışmaya koyulayım. Şu virüs için….

Enseyi karartmayalım
BEHZAT D.: Karamsar olmayalım! Eskilerin deyişiyle enseyi karartmayalım.
Yüz yıl önceki musibet bugünkünden katıyla kötüydü. Ama çoğunluğun ümidini kestiği bir anda mucize gerçekleşti.
Hem de o kadar kısa bir sürede gerçekleşti ki rahmetli dedem gibi cephede yaralanıp sakat kalanlar dışında pek çok kişi bunun nasıl yapıldığını anlamadı ya da unuttu ve dolayısıyla yeni nesil, nasıl kurulduğunu görmedikleri, anlamadıkları bir ülkeyi ve kolayca elde ettikleri bu muhteşem mirasın değerini kavrayamadılar.
Hatta çıkıp o mirası bırakanları aşağılayıcı bir tutumu prensip bile edindiler. O sayede, ahlak yoksulu vatan haini saltanatın densiz torunu hanımefendi, utanmadan bu mirastan pay talep etme cüretini bile gösterebildi. TV ekranımı sonra sildim ama ekranda hâlâ tükürük izi var!
Ben Basra cephesinden sakat dönen bir Kuvayi Milliyecinin torunuyum. O günün zor şartlarında öz halamın, öz üç teyzemin açlık ve sefalet yüzünden çocuk yaşta öldükleri bir ailenin ferdiyim. Ve bunları unutmam imkânsızdır.
Her bir musibetin çaresi, her yokuşun bir inişi, her gecenin bir gündüzü vardır. Yeter ki buna inanıp gerekenleri elbirliği ile yapalım. Bu ülke kuru gürültüye bırakılacak bir ülke değil! Bilim insanı olarak yapacak çok işimiz, verecek çok katkımız olacak.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları