En güzel evler, en iyi arabalar en kötü siyaset

20 Mart 2017 Pazartesi

Cumhurbaşkanı, geçen cuma günü Eskişehir’de yaptığı konuşmada Avrupa’da yaşayan Türklere yönelik olarak şu çağrıyı yaptı; “Daha çok işyeri açın. Çocuklarınızı daha iyi okullarda okutun. Ailenizi daha iyi semtlerde yaşatın. En iyi arabalara bindirin, en güzel evlerde oturtun. Üç değil, beş çocuk yapın.” Kuşkusuz iyi temenniler bunlar, oralarda yaşayan Türklere dair daha iyi bir yaşam özlemi yadırganacak bir şey değil. Ama aynı zamanda çok sorunlu bir bakış açısını yansıtıyor bu sözler; özellikle de, en güzel evler, en iyi arabalar ve çok çocuk tavsiyesi.
Birincisi, Avrupa ülkelerinde Suudiler başta olmak üzere Körfez zenginleri, Rus oligarkları, Hintli para babaları ve daha niceleri en iyi semtlerde, en güzel evlerde oturuyor, en iyi arabalara biniyor, ama bu onlara ve mensup oldukları ülkelere itibar kazandırmıyor. Dahası, pek çoğu çocuklarını en iyi okullarda okutuyor, pek çoğu ödedikleri paranın karşılığı olarak, ‘bon pour l’Orient’ hesabı diplomalar alıyor. Unutmayalım, sabık Libya lideri Kaddafi’nin oğlu da London School of Economics’ten doktora almıştı. Önemli olan, oralarda parayı konuşturmak değil, her milletten bunu başaran çok, önemli olan yaptığı iş, yazdığı tez, sergilediği tavır ile itibar sahibi olmak, keşke tavsiyeler bu minvalde olabilseydi. Çok çocuk sahibi olma meselesine gelince, fazla söze hacet yok, çünkü çok çocuk ve dolayısı nüfus ile abâd olmuş, ve hatta başkalarının gözünü korkutmuş tek bir millet yok. Gerçi ben çok çocuk fikrine hiç karşı değilim, her çocuk, yeni bir hayat, başlı başına bir mucize, hakkını verebilen için büyük zenginlik. Yeter ki çocuk sahibi olmak, başkalarının gözünü korkutmak, gerektiğinde ölüme yollayacak stok oluşsun diye araçsallaştırılmasın.
İkincisi, bu tavsiyeler, İslamcı kesimin Türkiye içinde de, ‘başarı’dan ne anladığına dair ipuçları veriyor. Geçmişte, Türkiye’de dindar, muhafazakâr kesime karşı küçümseyici bakışın sınıfsal bir temeli olduğunu söyleyip sorun yapan, itiraz eden biriyim. Sonuçta, başörtüsünü çalışanlarına dair bir simge olarak gören ve bu şekilde hor gören bir çevreden geliyorum. Buna karşı gelişen öfke ve tepkiyi anlamakla kalmadım, bu tavra her vesile ile isyan ettim. Ancak, görünen o ki, İslami kesim haklı bir tepkiden sadece öfke ve sınıf atlama yarışı çıkardı. Sonuçta, iş “neden başörtülüler de cipe binmesin, marka giymesin?” diye ciplere, markalara hücuma ve bunlar ile üstünlük taslamaya vardı. Bir adım ötesinde, siyasetleri de “geçmişte siz bizi küçümsediniz, ezdiniz, şimdi sıra bizde” anlayışı temeline oturdu.
Keşke, geçmişte yaşanan haksızlıklar, horlamalara karşı/karşın kazanılan siyasi zafer, misliyle karşılık verme hırsı yerine, kimsenin inancı, kılığı, kıyafeti ve sınıfsal konumu ile küçümsenmediği, dışlanmadığı bir toplum ve siyaset anlayışına ön verse idi, olmadı, tam tersi oldu, daha da olmaya devam ediyor.
Diğer taraftan, geçmişte bu kesime haksızlık yapanlar, küçümseyenler de çok kötü bir sınav verdiler. Pek çokları, beş, on yıl önce başörtüsü ile üniversitede okuma hakkını bile çok görürken, para, iktidar muhafazakâr/İslamcı kesimin eline geçince, çıkarlarını korumak veya çıkar edinmek için, iktidar ve mensupları karşısında el pençe divan kesildiler, pohpohlama yarışına girdiler. Bu tutumlar, iktidarın kafasındaki, ‘demek ki her şey güç sahibi olmaktan ibaretmiş, gerisi boş’ anlayışını ve herkesin güç karşısında sindirilebileceği, satın alınabileceği fikrini pekiştirdi.
Kısacası, nerden baksanız, vahim bir tablo ve geldiğimiz nokta ortada. Ama hâlâ, ne iktidardakiler bir ülkenin öfke ve güç ile ilelebet yönetilemeyeceğini kavrayabiliyor, ne de pek çokları güç karşısında boyun eğmenin, sinmenin, taviz vermenin sonunun gelmeyeceğini anlamış vaziyette.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

‘Yeni devlet’ 7 Ağustos 2017

Günün Köşe Yazıları