Ahmet İnsel

Demokrasi sonrası mahşerin üç atlısı

21 Mart 2017 Salı

İçine Latin Amerika’yı, Akdeniz Havzası’nın Afrika kıyılarını da alan geniş anlamda Batı dünyasında, demokrasinin günümüzde karşı karşıya olduğu yakın ve büyük tehlikeyi ifade etmek için kullanılan bir üçleme var: Trump, Putin, Erdoğan. Bir bakıma demokrasi sonrası kıyametin alameti, mahşerin üç atlısı olarak neredeyse her gün gazetelerde, seçim kampanyalarında bu üç isim birlikte anılıyor.
İlginçtir, aslında mahşerin dördüncü atlısı olması gereken Çin devlet başkanı ve Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Genel Sekreteri Xi Jinping’in adı bu çerçevede hiç anılmıyor. Buna karşılık, mahşerin üç atlısı ustanın yanına biraz çırak konumunda ilave edilen Narendra Modi, Victor Orban, Jaroslaw Kaczynski gibi isimlerle demokrasi sonrası kıyametin belirtilerinin giderek arttığı ifade ediliyor.
Bu tür benzetmeler elbette temsil ettikleri düşünülen gerçekleri basitleştirir, kısmen çarpıtır, birbirlerinden farklı birçok özelliği dikkate almaz. Trump ile Erdoğan’ı aynı düzlemde ele almak biraz fazla zorlama değil midir? Putin ile Erdoğan arasında da sosyal köken, tarih ve formasyon açısından çok büyük farklar var. Ayrıca taban tabana zıt iki karakteri temsil ediyorlar. Buna karşılık siyaseti ve iktidarı tasarlama biçimleri, güçlü bir aşağılanma hissinin beslediği bir hıncı siyasal söylemlerinin ana enerjisine dönüştürmeleri, kendilerine yöneltilen eleştirileri ülkeye yapılmış bir hakaret olarak göstermeleri birbirine çok benziyor.
Putin ile Erdoğan’ın dış politikada benzeştiren ana tema Batı karşıtlığı. Putin’in bu karşıtlığı varoluşsal bir düşmanlık biçiminde değil, daha çok Batı’yı Rusya’yı sevmeye zorlamak için yürüttüğü bir çatışma ve yüzleşme olarak kurguladığını Rusya’yı içinden izleyen bazı gözlemciler belirtiyor. Eski Sovyetler Birliği’nin egemenlik alanına Batı’nın girmesine tepkiyi, Sovyetler’in bir anda çöküşünün yarattığı aşağılanma hissiyle pekiştiriyor, Putin. Batı’nın Rusya’ya karşı ikiyüzlü davrandığını, Kosova’da, Suriye’de, Ukrayna’da sırtından hançerlediğine inanıyor. İç politikada ise medyayı neredeyse bütünüyle iktidarın borazanı konumuna dönüştüren, bağımsız dernekleri boğan, ifade özgürlüğünü büyük ölçüde sınırlayan, eşcinselleri hedef gösteren ve dışlayan Putin tarzı yönetim, seçim meşruiyetini mutlaklaştırıyor. Böylece iktidarın anayasa yargısı tarafından denetimini, basının eleştirilerini, muhalefetin karşı çıkmasını seçim meşruiyetini reddeden anti-demokratik girişimler olarak suçlayıp hain ve düşman kategorisi içine dahil edebiliyor. Putin ve Erdoğan, farklı biçimler altında, ülkelerindeki çoğunluk dinini iktidarlarına payanda yapıp araçlaştırıyorlar.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve yitirilen büyük toprak kaybını bir aşağılanma teması olarak işleyen Tayyip Erdoğan’ın savaşçı söyleminin, hasımlarını ve kendine engel olarak gördüklerini şeytanlaştırma yöntemlerinin, kısacası iktidar ve yönetim anlayışının Vladimir Putin’in anlayışıyla büyük benzerlikler gösterdiği açık. Üstelik 2000’lerin başında iktidara gelen bu ikilinin, ilk dönemlerinde ülkelerindeki en fazla Avrupa yanlısı siyasal tavrı temsil etmiş, ciddi bir demokratikleşme dönemini başlatmış veya sürdürmüş olmaları da benziyor.
Sol nefretleri de kaynakları çok farklı olmakla birlikte, birbirine yakın. Putin’den karakter yapısı itibarıyla taban tabana zıt olan Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye’de sağcı Müslüman geleneğin antikomünizmi içinde düşün dünyası şekillendi. Putin’in sol nefreti ise, Büyük Rusya’nın çöküşünün sorumlusu olarak Marksizmi ve içinden çürüyüşüne KGB subayı olarak yakından şahit olduğu Komünist Partisi’ni görmesinden kaynaklanıyor.
Trump’la, belki henüz, bir kişi kültü oluşmamışken, üçlünün diğer iki figürünün kişisel iktidarları aynı zamanda kuvvetli bir kişi kültüyle besleniyor. Sonuçta üç lider de, kendilerini sistem karşıtı gibi gösterip, sistemin tam merkezinde yer almayı başarıyor.
Mahşerin bu üç habercisi ve onların izinden gidenlerin vaat ettikleri dünyaya karşı, demokrasinin iki yüzyıl önce ifade ettiği devrimci özlemi, yaşanan iyi ve kötü tecrübeler ışığında yeniden canlandırmak, insanlığın geleceği açısından bir zorunluluk değil midir?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bir otokrat prototipi 1 Eylül 2018
Kayırma ekonomisinin bedeli 28 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları