Erinç Yeldan

Eski ‘sol’ popülizmden yeni ‘sağ’ popülizme

26 Nisan 2017 Çarşamba

Politik iktisat yazınına sessiz sedasız yeni bir kavram eklendi: “Sağ popülizm”. Kavram, özellikle kapitalizmin küresel krizi ile birlikte iktisadi durgunluğa koşut olarak demokratik kurumlardaki çöküntüyü, artan siyasi şiddeti ve küreselleşmenin “nimetlerinden” faydalanamayan dışlanmışların, marjinallerin ve yoksullaşan kitlelerin özlemlerine yanıt arayışlarını içeriyor. ABD ve Avrupa’da (yeniden) yükselen milliyetçilik ve ırkçılık ve bunların Le Pen, Trump ve Brexit ve benzeri biçimlerde boy göstermesi, kavramı “güncel” bir gerçeklik haline dönüştürmekte.
Peki, söz konusu dönüşümleri aktarmak için kullanılan ve önüne “yeni” ve “sağ” sıfatları eklenerek güncellenmeye çalışılan bu sözcük, gerçekten ne derece anlamlı? Önce “popülizm” kavramının geleneksel öğelerini anımsayalım.
Popülizm” İkinci Dünya Savaşı sonrasının son derece özgün koşullarında, “sosyal refah devletinin” ve buna dayanak sağlayan “Keynesgil genişleyici politikaların” bir uzantısı olarak şekillenmişti. İki Dünya Savaşı ve 1930’ların Büyük Buhranı’nın ardından Fordist montaj hattı teknolojisinin sunmuş olduğu yüksek üretkenlik artışları bütün dünyada hızlı bir sermaye birikimi ve büyüme döngüsü yaratmaktaydı. “Kapitalizmin Altın Çağı” denilen bu süreçte, işçi sınıfı (özellikle sanayi işçisi) toplusözleşmeli sendikal haklara kavuşurken devlet aygıtı emekçi orta sınıflara ücretsiz (ya da göreli ucuz) eğitim, sağlık ve sosyal hizmet olanakları sunarak orta sınıfların gelişmesine ve kendisini yeniden üretebilmesine olanak sağlıyordu. Aynı zamanda da sermaye, artan üretkenlik kazanımları sayesinde işçi sınıfının sosyal kazanımlarını “hoş görüyle” karşılamak durumundaydı.
Kırsal köylülük de dahil olmak üzere, emekçi kesimlere yönelik bu genişleyici politikalar “sol” siyasi bir duruş ile birleştirilip “popülizm” kavramıyla karşılanır oldu. Juan Perön’un Arjantin’inden esinlenerek, kavram “Peronizm” diye de anılmaktaydı.
Ancak burada bir not ekleyelim. “Popülizmin” ve sosyal refah devletinin bu dönemdeki göreceli yüksek büyüme ve refah artışlarını sadece uygulanmakta olan genişleyici Keynesgil politikalara ve Fordist teknolojinin yüksek üretkenlik kazanımlarına bağlamak doğru olmayacaktır. Zira bu dönemde geri planda bir yandan da iç ve dış göçmenlerin yarattığı ve kentlerin dış çeperlerine yerleşmiş (Türkiye’de gecekondular, Latin Amerika’da favalelalar) kent yoksullarının ucuz işgücü deposu olarak insanlık dışı koşullarda sömürülmesi ve kadın emeğinin ev ekonomisi dahilinde ücretsiz olarak üretim sürecine dolaylı olarak dahil edilirken emeklerinin karşılıksız bırakılarak hiper-sömürüye açılması olguları bahsettiğimiz sosyal refah devleti politikalarının “finansmanını” kolaylaştırmaktaydı.

***

Ancak 1970’lere gelindiğinde artık bu bahsettiğimiz kent yoksulları ve sosyal olarak dışlanmış kitleler, örgütlü işçi sınıfının sınıfsal talepleri ile buluşmaya başladılar. Tüm dünyada sol toplumsal muhalefet yükselişe geçmekteydi. Aynı zamanda da Fordist üretim teknolojisinin sınırlarına ulaşılmış, olgunlaşan teknolojik yenilikler önce Uzak Asya’da daha sonraları da Latin Amerika ve diğer “yeni sanayileşen ülkelerde” taklit edilmeye başlanmış idi.
Küreselleşme süreci derinleşip rekabet şiddetlendikçe, gelişmiş ülkelerin sanayi sektörlerinde kâr oranları çöktü; kapitalizm krizi ertelemek için yepyeni tasarımlara yöneldi, finansallaşma, serbestleştirme, esnekleştirme ve sosyal refah devletinin tasfiyesi... Bu politikalar 1980’ler boyunca neoliberalizm adıyla anılageldi. Amerikalı Marxist Coğrafyacı David Harvey bu dönüşümü “kapitalizm 1980’lerden bu yana değişik çalışıyor” sözleriyle özetleyecekti.
Kapitalizm küresel rekabete açıldıkça ve sermaye heterojenleşip farklılaştıkça ona bağlı olan emek süreçleri de farklılaşmakta, parçalanmakta ve marjinalleşmekteydi. Bir yanda marjinal enformal emek, diğer yanda örgütlü (sendikal vb. haklardan hâlâ yararlanmayı sürdürebilen) formal işgücü ayrımı derinleşti. Bu parçalı yapıya bir de göçmen işgücü eklenmeye başlarken sistem de kabaca 1990’lardan bu yana yeni üretkenlik kazanımlarını sağlayamamaktaydı.
Bu ortamda kapitalist sisteme karşı olası toplumsal muhalefetin bastırılması ise ancak milliyetçi '65tnik/cinsiyete dayalı ayrımcılıkların körüklenmesini gerekli kılacaktı. “Yeni sağ popülizm” denilen olgu (aslında doğrudan neofaşizm) işte bu ortamda yeşerdi. Ancak bu koşullar altında sermayenin artık liberal burjuva demokrasisinin maliyetlerini karşılayamadığı ve demokrasi kurumlarının da sermaye birikimi önünde ayakbağı olduğu görülecektir. Samir Amin’in deyişiyle “kapitalizm artık dünyayı savaş konjonktürü olmadan yönetemez” konuma sürüklenmektedir.
Kısacası, 21. yüzyıl kapitalizminin birikim koşulları savaş, şiddet ve baskı içermektedir. Burjuva demokrasisi ve kurumları sermaye birikimi önüne engeller çıkartan bir gereksiz maliyet unsuruna dönüşmüştür. Yukarıda yazının başlığını “Sol” Popülizmden Yeni “Sağ” Popülizme diye yanlış yazmışım; bu gözlemler ışığında doğrusu, “Sol” Popülizmden, “Neo-Faşizme” olmalıydı. Okuyucularımdan özür dilerim.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları