Bir kitap yazmışım ki benden içeri!

30 Nisan 2017 Pazar

Fransız yapısal antropolojisinin öncü ve abide ismi Claude Lévi-Strauss, dilin onu kullanana, bir metnin de onu üretene “yapısal” aşkınlığını anlatmak istercesine, “Çalışmam bende benim bilmediğim düşünceler olduğunu ortaya çıkardı” demiştir.
Gazete Karınca’da Emre Tansu Keten’in birkaç hafta önce raflarda yerini almış olan kitabım “Parti, Cemaat, Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri” (Can Yayınları) üzerine önceki gün kaleme aldığı yazıyı okuduğumda bu sözleri hatırladım.
Elbette bir eser, onu yaratanın elinden çıktığında artık onun olmaktan da çıkar.
Kitapçı raflarında yerini almış bir kitap, artık yazarının değildir. Kitabın hakkı, okurundadır ve artık yazara söz düşmez.
O yüzden kitabımla ilgili yazılanları, yapılan değerlendirmeleri, getirilen eleştirileri elbette saygılı bir sessizlikle takip etmekten öte bir şey yapmamam gerekir... di!
Ama olmadı. Emre’nin yazısı karşısında sessiz kalamadım.
Çünkü Emre yazdıklarımı öyle bir süzgeçten geçirmiş ki yukarıda kaydettiğim şekilde Lévi-Strauss’un sözlerini çağrıştırırcasına adeta kendi çalışmamdan benim bilmediğim düşünceleri öğrenme noktasına getirdi beni!..
Kitabımın derdinin ne olduğunu benden daha becerikli anlatmış o.
Bir anlamda bana, beni, benden daha yetkin anlatmış.
Sayesinde yazdıklarımdan yeni şeyler öğrendim!
Burada onları paylaşmak istiyorum. Benim satırlarıma doğrudan göndermeleri veya aynen yapılmış aktarmaları dışta bırakarak, onun özgün ve geliştirici katkı mahiyetindeki satırlarına yer vererek...
Ve elbette şükranla!..

***

“Atay dinbaz kelimesini AKP tarafından şekillendirilen yeni nesil İslamcılığı tanımlamak için kullanıyor. 80’lerde vücut bulan, 90’larda büyüyen radikal İslamcılığın, iddialarından bir bir vazgeçerek, tutunduğu iktidar koltuğundan düşmemek için yaptıkları her şeyi meşrulaştıran bir noktaya gelmesinin hikâyesini anlatıyor.
Burada değişen sadece AKP’li yöneticiler ve onların çevresi değil, kendisini mütedeyyin, muhafazakâr ya da İslamcı olarak tanımlayan tabandır da. Post-İslamizm olarak da adlandırılan bu süreçte, dindarlık daha önce olmadığı kadar görünürlük ve meşruluk kazanırken, kapitalist işleyişe ve onun gereklerine olan tahammül de olağanüstü derecede artmıştır.
Hatta denilebilir ki, kâr arayışının her şeyi meşrulaştırdığı, her şeyden öncelikli hale geldiği abdest aldırılmış bir kapitalist düzendir söz konusu olan. Örneğin, faizle çalışan bankaların reklamlarını almanın, en az faizle para kazanmak kadar günah görüldüğü 90’lardan, bırakın banka reklamlarını, ‘İddaa’ (yani kumar) reklamlarının Yeni Şafak’ta tam sayfa yayımlandığı günlere gelinirken, İslamcı camiada kayda değer bir itiraz yükselmemiştir.
Aksine Hayrettin Karaman kendi gazetelerinin ayakta kalması için böyle bedellerin ödenmesi gerektiğini savunmuştur:
‘Bu gibi gazetelerin çıkması zaruret midir? Yani İslamcı mücadelede, meydan okumalara karşı alınacak tedbirlerde medyaya ihtiyaç var mıdır? Bundan vazgeçilebilir mi? Yerine başka bir araç konabilir mi?’
‘Bakara makara’nın sineye çekildiği, ama Charlie Hebdo katliamının alkışlandığı dinbaz siyaset, İslami makyavelizmin çıktısıdır.
Bunun yanı sıra, dinin eğlencelik hale geldiği, Cübbeli Ahmet Hoca ve Nihat Hatipoğlu gibi ekran yüzlerinin dini otorite olarak öne çıktığı, AKP sermayesi tarafından ele geçirilen televizyon kanalı ve gazetelerde dini içeriğin çok öne çıkartılmayıp, eğlenceli içeriğin korunduğu bir süreçtir bu.
Yani Batı’ya ve onun Türkiye’deki uzantılarına karşı İslam’ı ayağa kaldırma mücadelesini verdiğini sanan ortalama bir AKP’li, tam da karşısında yer aldığını iddia ettiği alanın içerisinden konuşmakta, elinde, kendisini konumlandırdığı siyasi ideolojinin sadece bir suretinin kaldığının farkına varamamaktadır.”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları