Emrah Kolukısa

‘T2 Trainspotting’: Perdedeki nostalji

05 Mayıs 2017 Cuma

 

1996 senesinde çoğumuzun cep telefonu yoktu. Olanlarınki de kalın, ağır, antenli aygıtlardı muhtemelen. Çoğumuzun evinde bilgisayar yoktu, olanların çoğunda da internet henüz bağlanmamıştı. İnternet zaten o kadar yeni ve yavaştı ki hayatımız ekrana bakarak beklemekle geçiyordu. Bundan topu topu 20 yıl evvel dünya, dünyamız, bambaşka bir yerdi ve en büyük eğlence kaynağı hâlâ sinemaya gitmek ya da kitap okumaktı. Sonra her şey değişti. Bilgi otoyolu açıldı, elimize birer playstation kumandası yapıştı ve cep telefonsuz sokağa çıkamaz hale geldik. Bu iki dünyanın iki ucunda birer “Trainspotting” filmi var artık. 1996’da izlediğimiz “Trainspotting”, o yıllarda izleyenler mutlaka hatırlayacaktır, ciddi bir fenomendi. Zeitgeist’ı tam boğazından yakalamıştı ve filmdeki karakterlerin yaşında olanlar ne yapıp edip üzerinde “Choose life” monoloğunun yazılı olduğu film afişinden bir adet edinip odasının duvarına çakmıştı. Üstelik bu muhtemelen tüm dünyada böyle olmuştu. Danny Boyle sadece İngiliz sinemasının karanlık atmosferini dağıtmamış, Britanya çıkışlı yeni bir istilanın da fitilini ateşlemişti. Hızlı kurgusu, güncelliği, yepyeni yüzleri (Ewan McGregor, Johnny Lee Miller, Robert Carlyle, Ewen Bremner, Kelly Macdonald), anında popülerleşen müzikleri ve zehir gibi diliyle “Trainspotting” zamanının en “cool”, en evrensel ve en tavizsiz filmiydi. Bugün bile 90’lı yılları, o yılların kayıp gençliğini, o gençliğin gerçeğini “Trainspotting” kadar iyi yansıtan bir film bulamazsınız.

Ve 20 yıl sonra...

Yine Danny Boyle’un imzasını taşıyan ve ilk filmdeki karakterlerin 20 yıl sonraki hallerini anlatan “T2” tıpkı ilk filmin açılışını anımsatan muhteşem bir sekansla, Renton’ın koşu bandında koşup koşup yere yığıldığı bir sahneyle başlıyor. İşin doğrusu baştan sona ilgiyle izlenen, ilk filmi bilenler için çeşitli göndermeler, sürprizler ve devam fikirleri barındıran “T2” gayet ustalıkla çekilmiş, akıcı bir şekilde kurgulanmış ve hakkaniyetle oynanmış bir film. Ne var ki, maalesef, bir “Trainspotting” değil. Olsa olsa onun nostaljik bir izdüşümü.

Öyle olduğu için de ilk filmin o dönemin gençliği üzerinde yarattığı etkiyi bugünün gençliği üzerinde yaratmıyor bu yeni film. Kendi nostaljisinin kurbanı oluyor bir anlamda. Belki ilk filmdeki karakterlerin şimdiki hallerini anlatmak yerine onların çocuklarının, yani yeni kuşağın meselelerine eğilse (ki bunu da yapmaya çalıştığı bazı bölümler var ama bir hayli yetersiz kalıyor), yani bir kez daha zamanın ruhunu yakalayabilse çok başka bir şey olurdu herhalde. Filmin bir sahnesinde “Choose life” monoloğunun günümüze uyarlanmış halinin yer alması tek başına buna yetmiyor elbette. Beni tam olarak tatmin etmeyen bir başka meseleyse dört ana karakterin neredeyse hiç yaşlanmamış gibi karşımıza çıkarılması. Bunun da asıl sebebinin oyuncuların (belki bir tek Bremner hariç) ünlü yıldızlar haline gelip formlarına fena halde dikkat eden kişilere dönüşmesi olduğunu görmek zor değil. Biz gerçek insanlar göbekleniyoruz, kelleşiyoruz, yamuk yumuk tiplere dönüşüyoruz oysa.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

‘X-Men’i de tükettik 8 Haziran 2019

Günün Köşe Yazıları