Olaylar Ve Görüşler

Thomas B. Edsal New York Times yazarı -Sağın ve solun sonu

26 Haziran 2017 Pazartesi

Araştırmalar ve seçim sonuçları ABD ve Avrupa’da sağın ve solun geleneksel sınıf tabanlarından uzaklaştığını, temel politik ayrımı ‘içe kapalı milliyetçiler’ ile ‘dışa açık küreselleşmeciler’in oluşturduğunu gösteriyor

Avrupa ve ABD’deki muhafazakâr partiler, sınırların açık olmasına ve üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçmenlere tepki gösteren, milliyetçilik temelli konular etrafında seferber olan beyaz seçmenlerden oy almaya başlayarak son zamanda güçlerini artırdı. Bu gelişme, ABD’deki göç karşıtı muhafazakâr değişikliklerle iyice alevlendi. Küreselleşmeyi açık sınır, özgür göç ve özgür ticaret politikaları taraftarlığı, yerel ve ulusal perspektiflerde genişlik ve daha az sıkı bir sosyal düzen yandaşlığı olarak tanımlarsak, liberal kanatta Demokrat Parti ve Avrupalı merkez-sol partilerin küreselleşme fikri altında birleştiğini söyleyebiliriz. Son yıllarda hem Avrupa’daki hem ABD’deki bu partiler, çok sayıda iyi eğitimli elitin görüşlerine yer vermeye başladı.
Amsterdam Üniversi-tesi’nden sosyal bilimci Ewald Engelen, solun güçlü bir hükümet müdahalesinden yana olduğu, sağın ise sosyal problemlere ekonomik çözümler getirmeyi tercih ettiği paradigmalarının eskiyerek değiştiğini söylüyor. Engelen’e göre bugün baskın olan ikili karşıtlık, küreselleşmeciler ve milliyetçiler arasında. Dış İlişkiler Konseyi’nde Uluslararası Kuruluşlar ve Küresel Yönetim Programı yöneticisi Stewart Patrick, konuyu benzer olarak şu şekilde ele alıyor: “Bugün en dikkat çekici siyasi ayrım muhafazakârlarla ABD’deki liberaller ya da İngiltere ve Fransa’daki sosyal demokratlar arasında değil. Bu ayrım milliyetçiler ve küreselleşmeciler arasında. Britanya’da ayrılık kampanyasının kazandığı zafer, ABD’de Trump’ın yükselişi ve Fransa’da Marine Le Pen’in Milliyetçi Cephe’sinin eşi görülmemiş başarısı, geleneksel ideolojik çizgilere baskın gelen ekonomik ve kültürel kaygıyı yansıtıyor.”
Son iki yılda yapılan seçimler, bize dünya genelinde örgütlü sol ve örgütlü sağın değiştiğini gösteriyor. Bir ülkedeki seçim sonucu ne olursa olsun belirgin bir örüntü ortaya çıkıyor: Parti taraftarları “geleneksel değerlerin” taraftarı olan ya da olmayan; genç ya da yaşlı; köylü ya da şehirli; üniversite mezunu ya da diplomasız; mavi yakalı ya da beyaz yakalı; beyaz ya da beyaz olmayan; göçmen ya da yerli; Avrupalı ya da Avrupalı olmayan şeklinde ayrılıyor.

Popülist sağın yükselişi solu vuruyor
Varlıklılara seslenen bir solun yükselişi, zafer kazanıp kazanmadığı önemsenmeden, Emmanuel Macron ve Fransa’daki yeni partisi Cumhuriyetin Yürüyüşü’ne (LREM), 8 Haziran İngiliz parlamento seçimlerinde sürpriz bir çıkış yapan Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi’ne, Hillary Clinton’a arka çıkmakta başarısız kalan oyların dağılımına ve Avusturya cumhurbaşkanı Alexander Van der Bellen’in başarılarına bakarak anlaşılabilir. Britanya hariç Avrupa’nın büyük kısmında popülist sağın yükselişi, solda güçlü bir işçi partisine veya bir sosyal demokrat partiye zarar vermiştir. Örneğin, Avusturya cumhurbaşkanlığı seçiminde aşırı sağcı Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) başarısı Sosyal Demokrat adayı Rudolf Hundstorfer’in dördüncü sırada kalmasına neden oldu. Bu ay gerçekleşen Fransa parlamento seçimlerinde, iktidardaki Sosyalist Parti mecliste sahip olduğu 280 sandalye sayısını 29’a düşürdü. Hollanda’da ise Hollanda İşçi Partisi’nin 38 olan sandalye sayısı Mart seçiminden sonra 9’a geriledi.
Financial Times gazetesi, Britanya’da sınıf temelli oy kullanma oranında istikrarlı bir düşüş yaşandığını belgeledi. 1987’de Britanya orta sınıfından Muhafazakâr Parti’ye verilen oy, bu partinin ulusal oy ortalamasından 40 puan fazla iken, işçi sınıfından aynı yıl İşçi Partisi’ne verilen oy, bu partinin ulusal oy ortalamasından 32 puan fazlaydı. Burada 72 puan olan yayılımın 2017’de 15 puana düştüğü gözlendi. Bir zamanlar Muhafazakârların kalesi olan Britanya orta sınıfı, artık oylarını daha eşit paylaştırıyor. Başka bir deyişle, İngiltere’deki İşçi Partisi artık geleneksel anlamda işçi sınıfını temsil eden bir işçi partisi olarak addedilmiyor. Aldığı oylara ve bu oyların dağılımına bakılacak olursa, İşçi Partisi’nin en güçlü bölgelerinde çoğunluğu üniversite ve yüksek lisans mezunlarının oluşturduğu görülebilir. Bu açıdan, ABD’de Demokrat Parti’ye, İngiltere’de İşçi Partisi’ne, Fransa’da Macron’un LREM’ine, Avusturya’da cumhurbaşkanı Van der Bellen’e ve Hollanda’da Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi’ne oy verenler arasında da gelişmekte olan demografik bir paralellik söz konusu.
Fransa’da, Macron’un Marine Le Pen’e karşı kazandığı fazla oy miktarının, bölgedeki ortalama gelir ve eğitim seviyesiyle doğru, işçi sınıfı seçmenlerinin ortalama oy yüzdesiyle ters orantılı olduğu belirtildi. Financial Times, Fransa’daki modelin 2016 Brexit referandumunda, ABD başkanlık seçimlerinde ve son dönemdeki Hollanda seçimlerinde yankı bulduğunu söyledi. Bu seçimlerin tamamında eğitimin güçlü bir gösterge olduğu, az eğitimli seçmenlerin popülist sağ partilere oy verme eğilimlerinin eğitimli seçmenlere göre daha yüksek olduğu bildirildi. Irk ve göç konularının belirgin hale geldiği ABD başkanlık seçimlerinde, yıllık kazançları 50 bin dolardan fazla olan seçmenlerin Trump ve Clinton destekleri hemen hemen aynıyken, 200 bin dolar kazanca sahip seçmenlerin Clinton’a daha yakın oldukları görüldü.
Şu an karşı karşıya olduğumuz durum, Avrupa ve ABD’de sınıf temelli siyaset anlayışının değiştiğini gösteriyor. Bu, bir yandan bizi ırk ayrımcısı ve yabancı düşmanı bir siyasete maruz bırakırken bir yandan da bize seçmenlerin yükselen seviyede bir eğitime ve açık fikirliliğe sahip olduğu bir siyaset ortamı sağlıyor. Eğer uygulanabilir bir sol koalisyonun inşa edilebilmesi mümkünse, muhtemelen sınırlara saygı çerçevesinde anlayışlı ve insancıl bir fikir birliği gerekli olacak.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları