Bağış Erten

Yürümek güzeldir

11 Temmuz 2017 Salı

Kemal Sunal’ın Postacı filmini saymazsak kimsenin öyle pek bir ilgi beslemediği sporlardan biridir yürüyüş. En sıkı atletizm tutkunları için bile zorlayıcıdır. Eğer anlatmıyorsa, bizim Eurosport spikerlerinden bile bir yarışın başından sonuna dek izleyen kaç kişi vardır? Emin değilim. Popüler de değildir. Öyle manşetleri falan süslemez. Ama sıkı bir tarihi, derin bir kültürü, unutulmaz efsaneleri ve en önemlisi Olimpiyat tarihinde müstesna bir yeri vardır. Çünkü yürümek, yürüyüş tarih boyunca vazgeçilmez bir edimdir. İnadına...
Kuralları basittir aslında. Koşar adım gözükme yasağı vardır. O yüzden en az bir ayak yere sürekli temas etmelidir. Bunun içinde öndeki ayağın topuğu yere değmeden arkadakinin ucu yerden kalkamaz. Diğeri de o komik görünümün nedeni olan destek bacağının yerle temas anında gergin olması zorunluluğudur. Evet yürürken garip görünürler, ama dayanıklılık konusunda onlarla ancak maratoncular yarışır. Başta gülümsersiniz, ciddiye almazsınız. Ama bir süre sonra o sebat, direnç sizi utandırır. Hiç beklemediğiniz kadar hayran olan, alkışlayan görürsünüz etrafta. Çünkü hem kendiyle mücadele eder yürüyüşçü, hem de zamanla. Baskıya, zorluğa, ortama dayanır da dayanır.

Asıl hikâye...
Derler ki, Robert Korzeniowski bu sporun efsane ismidir. Bu sporla biraz ilgilenen onun ismini bilir. Çünkü hem üç olimpiyatta altın madalya almış, hem de 20 km ve 50 km dublesini yapan ilk isim olmuş. Ama asıl hikâye onunki değil. Yürüyüşte, en genç olimpiyat altını kazanan, bu zaferini kutlamak için başkentten memleketine kadar tam 459 km kat edecek kadar büyük bir irade ortaya koyan Jefferson Pérez de alkışlanmalı. Kat ettiği mesafe insana esin veriyor ama idolümüz o da değil. Hatta pek çok insana örnek olabilecek Jesus Angel Garcia’nın hikâyesi de tam olarak kesmiyor. Kendisi hiçbirinde madalya almamış olsa da tam yedi olimpiyata katılarak bu alanda büyük bir rekor kırmış, 47 yaşında hâlâ bu sporu inatla yapmaya devam etmiş, geçen yıl 50 km dünya şampiyonasında dokuzuncu olmuş. Ama hayır, hayır, bu yazının başrolündeki isim o da değil!
Kahraman olan Trond Nymark. Kendisinin Wikipedia’da ayrıntılı bilgisi yok. Aslında bu sporun efsaneleri listesinde de yeri yok. Eğer bana bu spor hakkında pek çok şeyi anlatan Şevket Furkan Erbay gibi bir atletizm tutkunu olmasaydı, benim de, sizin de tanımanıza imkân yoktu. Ama hikâyesi gerçekten nefis. Belki de zamanın ruhu itibariyle bize güzel geliyor.
Yıl 2009. Mikrofonlarımız Berlin’de, Dünya Atletizm Şampiyonası’nda. 50 kilometre yarışında finiş çizgisini Sergey Kirdyapkin geçiyor. Ama herkesin aklı Trond Nymark’ta kalıyor. Çünkü öyle çok seviniyor ki insan kendini alamıyor. Oysa şampiyon falan değil, ikinci olmuş. Efsane jimnastikçi Nadia Comaneci, Banu Yelkovan’la yaptığı bir sohbette şu sözün doğruluğunun altını çizmişti. “Üçüncü olmayı ikinci olmaya tercih ederim. İkinci olunca altını kaçırdım hissi var, üçüncü olunca madalya kazanmanın gururu.” Ama yok arkadaş. Çok mutlu Trond. Çünkü elinden gelenin fazlasını yapmış. Ülke rekorunu kırmış. Kendi derecesini 7 dakika civarında geliştirmiş. Şampiyon olamamış. Ne gam! Üzerine düşeni yapmış işte.

Adalet geç de olsa
Aradan yıllar geçiyor. Yıl 2016. Rusya’yı olimpiyat oyunlarının dışına atan doping skandalı patlıyor. Bir bakıyorlar ki 2009’da altın alan, sonra da 2012’de olimpiyatı da götüren Sergey Efendi meğer dopingliymiş. Hüküm veriliyor, adalet geç de olsa tıkır tıkır işliyor ve geriye dönük tüm altınları elinden alınıyor Kirdyapkin Bey’in. Ve aradan yedi yıl geçtikten sonra, 2016’nın Temmuz’unda, Amsterdam’daki Avrupa Şampiyonası’nda tek kişilik bir ödül töreni düzenleniyor. Kürsüde Trond Nymark var. Sessiz sedasız bir şekilde, asıl sahibi olarak altın madalyayı alıyor Norveçli. Gözyaşları içinde. Sonrasında nasıl bir konuşma yaptı, bilmiyorum. Ama muhtemelen adaletin elbet tecelli edeceğine olan inancından bahsetmiştir. Yürümekle hayatından pek çok şeyi değiştirdiğini anlatmıştır. Bazen bir adımın koca bir ülkeyi sarsmaya yettiğini söylemiştir. Birleşmek ve tek bir avazdan doğru talepleri iletmek için bazen adım adım gitmek gerektiğinden dem vurmuştur. Fakat, bugüne hükmettiğini zannedenlerin, her şeyi kendinden menkul görenlerin, yürümeden koşanların, hile yapanların elbet tarih önünde hesap vermesi kaçınılmazdır, diye buyurmuş mudur, ondan emin olamıyorum. Elin İskandinavı nereden bilsin böyle alavere dalavereleri, değil mi?
Gelecek ay Atletizm Dünya Şampiyonası var Londra’da. 10 Ağustos sabahı yürüme yarışları koşulacak. Güzergâh manidar. Atletler, uzun yıllar baskı ve zulmün sembolü olan ve bir dönem hapishane olarak kullanılan Londra Kulesi’nden start alacak. Sonra dünyada demokrasinin en eski kurumsal referanslarından biri olan Parlamento Binası’nın önünden geçecekler. Ve nihayet bir dönem ülkenin baskı ve kontrol merkezi görevini de ifa eden aynı Londra Kulesi önünde yarışı bitirecekler. Erkenden uyarıyorum. Kaçmaz!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bu sezon o sezon değil 2 Eylül 2018
Herkes biliyor 29 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları