Feyzi Açıkalın

Atlet, bıyık ve ceket siyaseti

25 Ağustos 2017 Cuma

Genelde sıradan ve vasat olmakla eleştirilen siyaset dili, hele bir de slogan üretimi ve ajitasyon gereksinimiyle zorlandığında iş şirazeden çıkıyor. Hitap edilen kitlenin razı olma durumu ve bunu jest ve mimikleriyle konuşmacıya hissettirmesiyle, birden kürsü yükseliyor ve doğaçlamaya geçiliyor! Felaket işte o zaman başlıyor.

Genelde popüler olma adına kullanılan mahalle ağzı, gittikçe sokağın alt birimlerine iniyor. Sıcak yaz tatillerinde duvar diplerine sığınan velet çetelerinin, kendi aralarındaki işaretleşme adına türettiği dilin bir benzeri kullanıma giriyor.

Aslında siyaset dilinin ve dahi bu dil üstünden mesaj yayma gayretkeşliğinde olanların, tanımları, sıfatları pespayeleştirmesini anlıyoruz. Çünkü siyaset tükendi… Siyaset tükenince ya da kullanılan dilden ziyade görsel mesajın işe yarayabileceği önerisi gelince, işin popülaritesi çıkarılıp(!) siyasetin dili atlet, bıyık, ceket düzeyine indirildi.

Atlet bu simgesel üçlünün bence en özgür olanıdır. Çünkü atlet, karışanı görüşeni çok olmayan içeriye ait bir çamaşırdır. Yani aslında o kadar olmalıdır! Üstünden ne sosyolojik okumalara girişilmeli ne de siyaset yürütülmelidir…

Atlete ilişkin aldığım tek talimat, ortaokul hazırlık sınıfına başlarken okul yönetiminden gelendir. Biz yatılı öğrenciler için gelen yazıda 6 kilot, 3 atlet, 3 fanila getirilmesi ve üstlerine numaralarımızın işlenmesi gerektiği yazılmıştı. Ta o zamanlardan atlet - fanila ayırımcılığı başlamıştı!

Yönerge bununla sınırla kalmıştır; sonrasında eşinin işe karışması kişinin kişisel sorunudur. Atletin bir üst aşaması olan fanilanın sıcak yaz günlerindeki kullanımı bazen gerginlik yaratır. Aile içindeki olası müdahale(!) kullanıcının yararına mıdır yoksa uzun evliliğin getirdiği, “milyonuncu kez de söylense, kazanılmış bir hakkın” gereği midir, bilinmez.

Atletin en kötü yanı, beyaz gömleklerin içinden verdiği görüntüdür. Yaz aylarında, resmi
kalabilme adına uzun kollu gömlekte ısrar eden devletlunun teninden bir iç organı gibi
yansıyan atlet, deniz kenarında başına dört düğümlü mendil bağlamış ya da piknikte ateş
yelleyen sırtı kıllı amcanınkinden daha kötüdür.

Bıyığa geçiyoruz… Orta sondaki yeniyetmelerin, (ki en çirkin zamanlarıdır!) özlemidir bıyık
bırakmak. En sevimsiz müdür muavini kafayı ona taktıysa çareyi traş olmakta bulur. Ödülün,
gelecekte daha gür bıyıklar olarak ona geri döneceğini bilmemektedir henüz.
Lisenin bitirilip özgürlüğün ele alındığı üniversite ortamında ise artık dudak üstündeki kılların
gürlüğü değil, siyasi görüşünün bir simgesi olarak şekli daha önemlidir. Daha doğrusu bizim
zamanımızda öyleydi. Çok özensen bile içinde bulunduğun siyasi düşünce, o işareti taşımana
izin vermezdi. Zaten yıllar içinde öbür bıyık çok irkiltici gelmeye başlar, her türlü savunmanı
ona göre alırdın.

Ama hiçbir katı fraksiyon, düşünce gurubu, silahlı örgüt, “Hadi hep beraber bıyık bırakıyoruz.
Şekli de, şu karikatüristlerin bizi çirkinleştirmek için çizdiği gibi nokta nokta olacak!” dememiştir herhalde. En kötü olasılıkla çalışılan kamu kurum ve kuruluşlarında bıyığın şekline
karışılmıştır. Bir de, eve gelince baba biraz söylenmiştir, o kadar.

Türk siyasi yaşamının hiçbir döneminde koca koca adamlar; her birisi kendince ve çevresince
önemli siyaset figürü olan insanlar, tarif edilmiş bir bıyık aksesuarı kullanmadılar. Kendilerini
gerçekten çirkinleştirdiği yakınları tarafından dile getirildiği halde, bu “gölge bıyıkları”
kullanmama cesaretini gösterememelerinin eleştirisinden utanmadılar.

Cekete gelince; yine kendi okulumdan örnek veriyorum... Sol üst yaka cebinin üstüne altın
sırma işlenmiş okul armasının olduğu bordo ceket ve koyu gri pantolon ile jilet gibi olurduk.
Ama derslerde çok rahatsızlık vericiydi böyle oturmak. Sonunda isyan çıktı tabii ki.

Yakınmamızı dile getiren ağabeylerimizin istekleri hoş karşılandı. Çünkü, öğretmenlerimizin
neredeyse hepsi Köy Enstitülü idiler! Disiplinle hoşgörünün harmanlandığı ocaktan
gelmişlerdi. Resmi günlerde ceket şıklığı varken, normal günlerde derslere kazakla girmeye
başladık.

İlerdeki yaşamımızda yalnızca moda bizi esir aldı. Koca kulaklı kruvazeye ceketi kullanırken
bir baktık tek düğmeliye dönülmüş. İki sene üç düğmeli derken, ardından yine iki düğmeliye
geçiş...

Bulunduğumuz konum ya da ortamın gereği ceketi ya bir formalite ya da şıklık olarak kabul
ettik. Kimimiz belirli bir renkten şaşmadık. Bir bölümümüz frapan olma adına pembeye
büründü; yakıştı da haspalara.

Bazen pişti olduk; blazer laci ceketlerle. Ama hiçbir zaman piknik masası örtüsü desenli
ceketlerle çekilmiş fotograflarımız olmadı. Sözde formal olunmayan zamanlara ait giyilmesi
önerilen(!), bir örnek desenlerdeki ceketlerin yansıttığı tek tipliliğin komikliğine hiç düşmedik.
Türkiye cumhuriyeti tarihi böyle bir şeye tanık olmadı...

O senin anlattıkların birinci cumhuriyete ait nostaljiler olarak kaldı derseniz, atlet ve
fanilalarımızı hatırlatırım. Tenimizi saran, yürek atışlarının ritmini en iyi yakalayan; zamanı
geldiğinde de enerjiye dönüştürecek içimize ait çamaşırlar. Bizi koruyan en büyük
güvencemiz...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları