Hikmet Çetinkaya

Eylül...

07 Eylül 2017 Perşembe

Saat gecenin kaçı?
Sessizlik kendi içinde sanki bir hüzün kuşağı. Hava serin. İyonya, eylülün ilk günlerinde biraz ürkek.
Kadına şiddet, ölüm sıradan olaylar…
Pelinler, mandalinalar, Odisseus Elitis’in küçük yeşil denizinin kıyısında o deniz fenerinde, ayın bittiği yerde hafif esen bir poyrazı kucaklıyor.
Günde kaç kadın öldürülüyor? Kaç çocuk ihmal sonucu servis araçlarında unutulup havasızlık nedeniyle can veriyor?
O duygular bizi nasıl sarıp sarmalıyor, anneler babalar feryat ediyor.
O derin duygular, acılar, gözyaşları, hayata ilişkin kırık dökük anılar.
Yüreğime saplanan derin acıları nasıl anlatmalıyım, o annenin çığlığı karşısında nasıl davranmalıyım?
Kıyı kasabaları boşalıyor... Tatilciler yavaş yavaş taşınıyor…
Yozlaşmak, boş vermek.
O binalar, yozlaşmanın simgesi olarak kentleri yok ediyor birer birer.
Yaşamı altüst ediyor…
Bu yozlaşma siyasette, sanatta, gazetecilikte her yerde kendini gösteriyor.
Myanmar’da, radikal İslamcı Arakan Rohingya Kurtuluş Ordusu (ARSA) ile hükümet güçleri ve radikal Budistler arasındaki çatışmalardan kaçıp Bangladeş’e sığınan Müslümanların sayısı 125 bine çıkmış bile.
Açlık, sefalet ve ölüm…
Uygar dünya bu vahşeti seyrediyor sadece…

***

Sevdalanıp denizlerde yaşadığımız o mavi koyun körpe kollarında, Helena ve tüm güzel kadınlar, beyaz badanalı evin duvarı önünde dururken, İda Dağı eteklerinden Assos’a iniyor Çoban Paris.
O büzgülü etekleriyle nisan, çok gerilerde kalmış.
Hüznün habercisi eylül gelip yüreğimizin derinliğine kurulmuş.
Ölümsüz güneşin, kendini kıskançlıkla yedi tür tüyle süsleyen tanrıların kışkırtıcı bakışlarıyla irkilen nar ağacı bize yarım kalmış tutkularımızı, kaçıp giden sevdalarımızı anlatıyor.
Yaz şenlikleriyle, ateşböcekleriyle gülüp oynayan, öfkelenen, bizi kara kötülüklerden arıtıp güneşin kucağına esrik kuşları serpen, gizli düşlerimizin bile üstüne kanat geren ağustos nasıl da bırakıp kaçtı bizi!
Bak, okullar açılıyor işte...
Çocuklarımız güle oynaya okullarına gidecekler...
Çocukların emanet edildiği servisçiler yine okul bahçesinde silahlı çatışmaya girdi.
Bir kişi öldü, üç yaralı var...
Yer: İstanbul/Ümraniye...

***

Bense saydam gecenin içinde...
Octavio Paz’dan Unutuş’u mırıldanırken kendimi karanlığa bırakıyor, körfezle ve gölgeli koylar arasında beynimin susuzluğunu dokuyorum.
Saf bir boşluğum ben...
Belki de savaş alanıyım!
Öteki gövdemi götürüyorum, gövdemin arkasında.
Güneşin oyduğu gözlerim iki derin kuyu...
İki yıldız, kırmızı tüylerini sürüyor boş oyuklara.
Görkemli kanatların kıvrımı, yırtıcı bir gaga…
Bir türküye başlıyor yüreğim ansızın.
Karşı kıyının ışıkları göz kırpıyor.
Saat kaç farkında bile değilim…
Uykunun sınırında dolaşmak neydi?
O gece yarısı deniz kıyısında dolaşırken, yozlaşmayı düşünüyordum.
Açık ve aydınlık günleri düşündüm o gece…
Çocuk gelinlerini, kadına şiddeti, kadın cinayetlerini, ölen çocukları…
Birden Mario Luzi geçti önümden.
Helena’nın çapkın bakışları izledi erkekleri…
Kendinden emin!
Bir ses duyuldu:
“Zamana yakalandım körpecik ve ölürken; türkümü söylediysem de denizler gibi zincirlerimle...”
Denize doğru uzanan o ahşap iskelede yürüdüm ve ucunda durdum.
O sırada inatçı bir korkuyla titreyen aşk, uyuyan ırmaklarla buluştu.
Ölümsüz güneş bin bir renge büründü...
Bir eylül sabahında…  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları