Dullar ve Reçeller

05 Eylül 2008 Cuma

İkinci hikâye 'Eşya Tabiatı Gereği Eskiyor'da dürüst ve kuralcı işadamı Sadullah Bey'in bir bayram günü yaşadıkları, yetiştirdiği elemanların ziyaretine gelmesi evdeki eskimiş mobilyadan yola çıkılarak anlatılıyor. Sadullah Bey'in günümüz ticari ilişkilerine hiç uymayan dürüstlüğü gibi evdeki mobilyalar da bugünün modasına uymuyor. Üçüncü hikâye 'Kapalı Aralık' haylaz bir öğrencinin bir ders boyu sınıfta yaşadıklarını, gözlemlediklerini aktarıyor. 'Nosyon, Formasyon, Uydurmasyon' ise yeni bir iş arayan fabrika çalışanı ile parktaki heykeline bakan heykeltıraşın söyleşileri ekseninde gelişiyor. Kitabın ana teması olan yoksulluk, yoksulların hayatına içeriden bakış da bu hikâye ile iyice belirginleşiyor. Dullar ve Reçeller, yoksulluk ana temasını taşısa da sadece bu temayı işleyen bir kitap değil. Ana eksenden kopan hikâyeler de var. Sanırım belli bir dönemde yazılan hikâyelerin bir araya getirilmesinden oluşturulmuş kitap. Sadece yoksulluk temasını işleyen hikâyelerden oluşsaymış sanırım etkisi daha güçlü olurmuş. Kenan Biberci, günlük hayatın küçük ayrıntılarını iyi gözlemliyor. Yalın anlatımını bu ayrıntılar renklendiriyor, derinlik kazandırıyor. Büyük şehirlerde tutunmaya çalışan, hayatta kalmaya uğraşan yoksul insanların hayatlarını anlatırken bu ayrıntılar önemli işlevler görüyor. Hikâye kahramanları elle tutulur hale geliyor. 'Pinokyo'lara Çarpmamak Lazım''dan başlayarak kitap yoksulluk temasını iyice kavrıyor. Anlatımdaki çok boyutluluk arayışı, hikâye içinde kahramanların bakış açılarına göre değişen anlatım yapısı son üç hikâyede iyice kuvvetleniyor. Anlatım ve konunun çeşitlenip çok boyutlanması açısından kitabın en etkileyici hikâyeleri bunlar. Son dönem hikâyecilerinde gerçekçilik eğilimi, yoksulların, alt ekonomik sınıfların, kaybedenlerin hayatlarına yoğunlaşma eğilimi Kenan Biberci'de de gözlemleniyor. Bence bu eğilim olumlu, Türk hikâyeciliğine yeni bir ufuk katacak nitelikte. Burada sorulması gereken tek soru, ayna tutarcasına toplumun bu kesimlerinin hayatlarından, günlük yaşamlarından parçalar anlatmak yeterli mi?

Paramparça aşklar, hayatlar

Zeruya Şalev, günümüz İsrail edebiyatının önemli adlarından. Romanları yirmiden fazla dile çevrilmiş, Avrupa'da çok satanlar listelerine girmiş. Çok satanlar listelerinde olması ve Türkçede yayımlanan ilk iki romanının 'Aşk Hayatım' ve 'Kadın ve Kocası' (Doğan Kitapçılık) adlarını taşıması başlangıçta beni biraz kitaplarından uzak tuttuysa da boş bir zamanımda okuduğum Aşk Hayatım, hiç de sıradan bir çoksatar yazarı ile karşı karşıya olmadığımızı kanıtlıyordu. Hemen, Kadın ve Kocası'nı da alıp okudum. Doğan Kitapçılık, beş yıl aradan sonra Şalev'in Paramparça Aşklar, Hayatlar'ını da (Çeviri: Çiğdem Canan Dikmen) dilimize kazandırdı. Böylelikle yazarın modern aşk üçlemesini de tamamlamış oldu. Zeruya Şalev, Paramparça Aşklar, Hayatlar'da biten bir evliliği anlatıyor. Daha doğrusu, kocasıyla bitmek bilmeyen tartışmalardan, kavgalardan bunalmış bir kadının evliliğini bitirme çabalarını. Çocuğuyla yalnız bir hayat kurmayı tasarlarken anne-babasının, arkadaşlarının, çevrenin ona karşı takındığı tavır, ayakta kalma çabaları romanın ana eksenini oluşturuyor. Evlilikten kaçarken yeniden âşık olması, yeni bir aile kurmaya doğru yönelmesi de işin cilvesi. Bu kez birbirlerini tanımayan üç çocuk, ikisi de evliliklerini bitirmek üzere olan bir kadın ve bir erkek aynı evde yaşama mücadelesi veriyorlar. Bu birliktelik belki de bir evliliğe son vermekten daha güç. Ama asıl önemlisi Şalev'in kendine has anlatımı. Şalev, anlatıcısının içinden geçenleri aktarıyor bize. Cümleler bitmiyor, sürekli birbirine bağlanıyor, aynı cümle içinde konudan konuya geçiliyor. İlk bakışta okuması güç görünse de yazarın üslubuna alıştıktan sonra anlatım sizi kendine çekiyor, bağlıyor. Şiirsel, ama akıcı bir dille insan ilişkilerinin ayrıntılarına dalmakla kalmıyor, görünenin ardındaki gerçek ruh hallerini de gözler önüne seriyor. İnsanların dünyanın neresinde olursa olsunlar modern hayatın içinde, ailenin, arkadaşların ve toplumun dayatlamalarına rağmen birey olma, istediği gibi yaşama, geleceğini belirleme çabasını çok ustaca anlatıyor.

Hep genç kalacağım

Sabahattin Ali, eşine yazdığı bir mektupta 'ihtiyarlayacağımı kim söyledi. Hep genç kalacağım' diyor. Sürekli izlendiği için yurtdışına kaçmak isterken Kırklareli yakınlarında öldürüldüğünde 41 yaşındaymış. Hep genç kalacak kadar kısa olan hayatı oldukça hareketli ve verimli geçmiş. Hayattayken yayımlanmış dokuz kitabı var. Çeviriler yapmış, Aziz Nesin'le birlikte ünlü Markopaşa dergisini çıkarmış. Bir yandan da ailesini geçindirmek için öğretmenlik, memurluk gibi işlerde çalışmış. Kısa süreler cezaevinde yatmış. Memurluktan atılınca yaptığı son iş kamyonculuk. Hep Genç Kalacağım'da, Sabahattin Ali'nin yazdığı ve ona gelen mektuplar derlenmiş (Yapı Kredi Yay. Ağustos 2008). Sevengül Sönmez'in derlediği kitapta 1922 ile 1948 yılları arasında yazılmış mektuplar yer alıyor. 560 sayfalık bu eserden Sabahattin Ali'nin mektup yazmayı da, almayı da sevdiği anlaşılıyor. Hapislik zamanları bir yana işleri gereği sürekli ailesinden ve sevdiklerinden uzak kalan Sabahattin Ali için mektupların öneminin büyük olduğu anlaşılıyor. Eşi Aliye Ali'nin sakladığı bu mektuplarda öncelikle Sabahattin Ali'nin hayat hikâyesinde eksik kalan ya da bilinmeyen yönleri aydınlanıyor. Öğrencilik yıllarında arkadaşlarıyla kurduğu dostluk, gönül ilişkileri' Öğretmenlik yıllarında öğrencilerinin ona duyduğu derin sevgi ve bağlılık' Edebiyat ve siyaset hayatında geçirdiği evreler, kararsızlıkları' Nihal Atsız ve Nâzım Hikmet'le ilişkileri' Cami Baykurt'la ve Aziz Nesin'le birlikte gazete çıkarırken yaşananlar' Tüm bu olaylar mektuplarda anlatılıyor, tartışılıyor ve kafamızda Sabahattin Ali portresinin daha da belirginleşmesini sağlıyor. Diğer yandan da Cumhuriyet'in ilk yıllarından başlayarak 1948'e kadar geçen dönemde yaşananların bir panaroması da ortaya çıkıyor. Türkiye'de bir yazar, bir aydın olarak yaşamanın, düşünmenin, hele eser vermenin ne kadar güç olduğunu, sürekli hapis ya da işsiz kalma tehdidine rağmen Sabahattin Ali gibi insanların nasıl mücadele verdikleri de küçük olaylarda, ayrıntılarda örnekleniyor.

Yitik kent Ankara

Heyamola Yayınları, ilginç bir proje başlatmış. Türkiye'nin kentlerini oralı şairlere, yazarlara yazdırıyor. Dizinin ilk kitaplarından biri de Ankara hakkında. Şair Gültekin Emre'nin Yitik Kent Ankara'sı. Gültekin Emre, Konya doğumlu olmasına rağmen hayatının önemli bir bölümünü Ankara'da geçirmiş. Bu nedenle kendini Ankaralı hissediyor. 1956 - 1980 yılları arasında kendi hayat hikâyesine koşut olarak Ankara'nın bir monografisini oluşturuyor. Önsöz'de belirttiği gibi şairin hayat hikâyesi ile Ankara'nın monografisi iç içe geçiyor. Zaman zaman da biri öne çıkıyor. Gültekin Emre aynı zamanda 50'li yıllardan başlayarak 80'lere dek Türkiye'de yaşanan siyasi ve ekonomik değişimin de hikâyesini anlatıyor.Gültekin Emre, aile albümünden fotoğrafların izini sürüyor. Konya'nın Kongul köyünden kalkıp Ulus Hamamönü Mahallesi'ndeki eve yerleştiklerinde beş yaşında. Kitapta o günden başlayarak gördüğü, tanıdığı Ankara'yı anlatıyor. Ankara'da var olma çabaları, yoksul hayatları, günlük yaşamları ile birlikte Ankara'yı tanıyoruz. Anlatımını Çağdaş Türk şiirinden örneklere destekliyor. Ankara hakkında yazılmış edebiyat eserlerinden yararlanıyor. Gültekin Emre'yle birlikte Ankara'da dolaşırken rastladığımız yapılar, yerler hakkında kısa ve öz, ansiklopedik bilgiler alıyoruz. Semt semt gezdiriyor bizi şair. Ankara hakkında hemen hiçbir bilgiyi kaçırmamaya, yazılmış hiçbir kitabı, yazıyı atlamamaya çalışmış gibi. Biraz fazlası var ama iyi çalışılmış, güzel anlatımlı bir kitap Yitik Kent Ankara.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Ara Güler Müzesi 5 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları