Hikmet Çetinkaya

Acı çığlık…

21 Eylül 2017 Perşembe

Kadınları çok sevdiği için onları döven, öldüren, hakaret eden…
Kadınların emeğini sömüren.
Hayatın anlamını, var oluşunun güzelliğini birden unutuveren…
Meksika’da deprem… Onlarca cansız beden…
Türkiye nere, Meksika nere?
27 Kasım 1999…
Yazımın başlığı “Gök ölünce”…
Arife Bebe’nin ölümünü anlatıyorum…
Arife Bebe öldü.
Dışarıda kar ve soğuk vardı.
Tüpgaz patladı, çadırlar yanmaya başladı.
Marmara depremi sonrasıydı. İzmit’ten Adapazarı’na; Düzce’den Gölcük’e dek o ağır yaşam koşulları için binlerce insan, adlarını bile hiç duymadıkları şairlerin dizeleriyle uyanıyorlardı.
Gece karanlığının içindeyken uzaklarda çalan bir ezgi, ayak sesleri dinlenen sokaklardan ölü kentlere ulaşılıyordu.
“Bir gök ölüyor ellerinde ve inceliğinde bir başka gök doğuyordu.”
Yeni bir günle uyanan insanlar puslu sabahın ayazında çadırlarından çıkıyorlardı.
Ellerini ısıtacak güneş gecenin karanlık sokağında mı sıkışıp kalmıştı?
Ülkeler ve toplumlar farklı olsa da onlar aynı acıyı paylaşıyorlardı.
Türkiye ve Meksika.
Bir deprem…
Çöken binalar, çığlıklar, kurtarılmayı bekleyenler.
Arife Bebek sevilmeye doymadan, yaşamı kucaklayamadan Carlos Oquendo de Amat’ın “Melek ve Gül” şiirinden olduğu gibi uçup gitmişti.
Belki o saatte bir gül kolu büyüyor ve küçük bir kız çocuğu ağlıyordu…

***

Serin ağaçlar altında yaşanan mevsimler yoktu artık ve gecenin sessizliği içindeydi her şey!
O anda ölüme düşen bir başka fotoğrafta Metin Göktepe’nin annesi Fadime Hanım, dünyanın orta yerinde şeytanın fırtınasını parçalıyordu. Elitis’in duvar resmini hiç silmediği halde.
Polislerin avukatı ilginç bir açıklama yapmıştı:
“Basit cop kullanmak ölüm için yeterli değildir.”
Metin, salt copla değil başı duvara vurularak öldürülmemiş miydi?
Bir polis memuru ise şöyle diyordu 1. Ceza Dairesi’ndeki temyiz duruşmasında:
“Ben ifademi işkence altında verdim.”
Zaman akıp geçiyordu…
Sabah haberlerini dinlerken öğrendim Meksika’daki depremi. Peş peşe gelen ilk depremde yüzlerce ölü.
Artık güneşin kucağına esrik kuşları konmuyor. Ölümsüz güneşin bir renge dönüştüğü günleri geri istemiyoruz.
Biz ölümlere alıştık, zaman zaman da ölümlere alkış tutan bir toplum olduk.
Kadınları çok sevdiğimiz için canını acıtıyor, tacizde bulunuyor, dayak atıyor, yetmedi öldürüyoruz.
Depremlerde binlerce insanımız yaşamını yitiriyor ama bir türlü önlem almıyoruz.
Arife Bebek, Kocaeli depreminde can verdi.
O hiçbir zaman uyanmayacak.
Ağlamayacak…
Çok ölümler gördük biz, çok acılar çektik…
Sis gecenin içinde yürüyor sessiz sedasız.
Hayata yüreklerimizden bir şeyler koparıp gidiyor ansızın.
Bir acıyı yaşıyoruz…
Paslı bir gün döküntüleri içinde nice işkencelere, tacize, şiddete uğramış kadınlarımız, çocuklarımız.
Alıştık her şeye…

***

Ölüme!
Gölgeler bahçesinde yıkanan rüzgâr bunca acıların üzerinde esmeyi sürdürüyor.
Çaresiziz…
Sığındığımız limanda var gücümüzle bağırıyoruz:
“Zamana yakalandım körpecik ve ölürken türkümü söylediysem de denizler gibi zincirlerimle…”
O sabah bir kez daha yüzüne bakmıştım yıllar önce…
Gözlerinde bir hüzün bulutu vardı.
Karl Krolow’un ağıtları tüm yüzlere yansıyordu.
İşkenceden geçmiş, sorgulanmış, demir parmaklıklar arkasına atılmış çocuklarımız bağlaşık bir çığlık gibi düşlerin pıhtısında karşımıza çıkıyor…
Ellerimin erişemediği yerlerde belki aydınlanmak istiyor yüreğim…  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları