De Rerum Natura

27 Eylül 2017 Çarşamba

Egemenliklerinin her gün biraz daha pekişmesi için çaba gösterenlerin en temel, belki de biricik silahı korkudur. Başka isimler, başka adlar da verilebilir belki; aslı esası yıldırmak, sindirmekten başka bir şey değildir. Korkuyu yaymanın insanların üstüne karabasan gibi çökertmenin yolu, aklın kovalanmasından, hurafenin yaygınlaştırılmasından geçmiyor mu? Hurafe tehditlerle kendini yaygınlaştırır, korkuyu cehaletin geçirgen yüzeyinden insan beynine sızdırırken yalnızlaşan birey, kendini koyu karanlığa sığınırken bulur. Meryem daha İsa’yı doğurmamıştı; işte tarihin bizim için hızla geçen zamanlarında korkunun sırrını çözen Lucretius, yaklaşık 2050 yıl önce De Rerum Natura’da şöyle anlattı onu.

***

“Akıl yoksunluğundan doğan temelsiz korkular / akıl yoksa yaşam, karanlıkta bir çabalama / kör karanlıkta nasıl ürkerse çocuklar / üstlerine bir şeylerin yürüdüğünü sanırlarsa / bizler de o kadar temelsiz korkuların / pençesinde buluruz kendimizi duru gün ışığında / ne günün ilk ışıkları işler bu kuşkulara / ne ergen gün. Alt edilebilir bunlar ancak / akıl erdirmekle doğanın işleyişine ve yapısına.”
Peki, bunca zaman akıllandırmadı mı bizi. Akıl hâlâ baliğ olmadı mı ki minbere çıkan cehalet korku salmayı beceriyor; sorgusuz sualsiz kuşkular, kaygılar içinde dinliyor esnaftan başka sınıf tanımayan kalabalık.

***

Besbelli ki daha vakit tamam olmamış; peki, şimdi biz böyle mi diyelim? Başka bir kılıkla karşımıza çıkarak aklı kovaladığını ilan eden meczuba teslim mi olalım? Sekülarizme savaş açan, laikliği toplumun bilincinden söküp atacağını siyasetin engin desteği ile her fırsatta ilan eden “ortaçağ âlimini, her zaman var olmakta ısrarlı hacesi”ni mi kutsayalım? Peki, hepsini bırakalım da kendini hâlâ sol diye pazarlayan softaya, kendini bilmeze mi kulak verelim?
Duruşma salonu, yükselen ısısıyla dayanılmaz haldeydi ve benim daldan dala sıçrayan çağrışım meleklerim işte hızla oradan oraya uçuşup duruyordu.

***

Sıcaktan bunalmış, görkemli adliye sarayımızın küçücük duruşma salonundan geniş, boş koridoruna çıkmıştım. Birdenbire fark ettim; somutlaşmış bir cehaletin sesi çınlıyor kulaklarımda. O somutlaşmış cehaleti nerede görsem tanırım. “Ben büyük yazarım” diye bağırıyordu çünkü. Kısa bir süre önce yazdığı cemaat övgüsünü unutmuş, hatırlatıldığında “Baskı altında yazdım ben onu” diye kıvranıyordu “büyük” yazar. Baktım tutuklu tutuksuz sanıklar, yani bizler ve “dışarıdaki gazeteciler” gülümsemeye, gülmeye ve nihayet kahkaha atmaya, duruşmanın “mehabetini” bozmaya başladık. Ama ne yapalım ki, insanın aklıyla alay edenlerin o aklın kaslara söz geçirememesini anlamaları da zordur.

***

Böyle zamanlarda insanın durup düşünmesi, biz nerede hata yaptık ya da yapıyoruz diye düşünmesi iyidir. Sahi biz nerede hata yaptık ki, bunca yıl sonra hâlâ birileri çıkıp ortaçağın karanlığını savunabiliyor; neyi neye bağlayamadık biz? İrili ufaklı çözülmemiş, neden çözülmediğini anlamadıkça bilince çıkaramayacağımız dertlerimizi ideolojimizin büyük sorunlarına mı kurban ettik. Hem o hem o niye diyemedik, onu ona niye bağlayamadık ki?

***

Sonunda yargıçlar uzun uzun düşündükleri ara karar arasından döndüler. Beş arkadaşımızdan birini salıvermeyi kabul etmişlerdi. Dört üzüldük bir sevindik. Gecenin karanlığında yürürken, korkunun egemenliğini kırmanın yolunu öğreten Lucretius’u düşünmeye, Evrenin Yapısı’ndaki o satırları içimden okumaya devam ettim:
“Akıl erdirmek lazım doğanın işleyişine ve yapısına...”



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sondan Bir Önceki 7 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları