Murat Gülsoy

Edebiyatımızın karanlık kutbu

09 Ekim 2017 Pazartesi

Kötülük meselesine insan psikolojisinin karanlık taraflarına bakarak yaklaşan Yusuf Atılgan bu özelliğiyle edebiyatımızda farklı bir yerde durur. Kafka, Camus gibi yazarlardan beslenen Atılgan’ın anlattığı dünyalarda siyaset, tarih ve toplumsal olgular ön planda değildir.

Çoğu zaman Türkiye’nin alegorisi olarak okunan “Anayurt Oteli”ne bilinçli bir şekilde serpiştirilmiş tarihsel bağlantılar bile roman ilerledikçe ana karakter Zebercet’in şizofrenisi içinde eriyip gider. Romandaki temel mesele, toplum karşısında ve dışında yapayalnız bir bedenden ibaret insanın denetimden çıkarak çevresindeki yaşamı tahrip etmesidir. Zebercet bir ‘yakıcı arzular yumağı’dır adeta. Yusuf Atılgan’ın edebiyatını çarpıcı bir şekilde temsil eden “Çıkılmayan” öyküsünün adsız karakteri de biraz Zebercet’e benzer ama onun kadar ayrıksı değildir; tam tersine sıradandır, her gün her yerde gördüğümüz ‘küçük’ insandır, dişi ağrıyan, yediği fasulye midesini yakan, piyango dışında bir beklentisi olamayan ve bir araba hayaline sahip sıradan bir kent insanıdır. ‘Küçük’ oluşu zihin dünyasının sınırlılığından kaynaklanmaktadır.

Kendini aşabilecek bir ülkünün, değerli bir idealin ya da düşüncenin etkisindeki bir roman kahramanı değildir. Biz bu sıradan karakteri son derece sıra dışı bir olayın içinde, 6-7 Eylül gecesindeki yağmanın aktif katılımcılarından biri olarak tanırız. Toplumsal bir olayın tam göbeğinde, bir yağma ve saldırının bizzat içinde olmasına rağmen zihninde sadece çaldığı para ve ağrıyan dişinin acısı vardır. Daha sonra yakalanma korkusu içinde kıvranırken bize yer yer Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanındaki Raskolnikov karakterini hatırlatır ama “Çıkılmayan”daki karakterin herhangi bir idealle ilişkisi yoktur. Bu yüzden de çok gerçektir; milyonlarca şehir insanından biridir. Çünkü o bir yirminci yüzyıl yorgunudur; Raskolnikov’dan sonra, köprünün altından çok sular akmıştır: Yıkılan imparatorluklar, iki dünya savaşı, soykırımlar...

Bu süreçte bireyi yüceltip özgürleştiren değil tam tersine köleleştiren kapitalizm ve baskıcı devlet mekanizmaları bireyin yücelmesine değil böcekleşmesine neden olmuştur. O yüzden de bu Kafka’nın çağıdır, yirminci yüzyılda kalem oynatan her yazarda az ya da çok izini görmek mümkündür. Yusuf Atılgan’ın diğer öykülerinin kahramanları da benzer şekilde bir sıkışmışlık içindedirler. “Evdeki” öyküsündeki evde kalmış kız kasabadan çıkma rüyası görmeyi umar, “Saatlerin Tıkırtısı”ndaki saatçi hayvanat bahçesindeki kafesinde volta atan sırtlana benzetilir ve bir gün saatlerin üretildiği yere doğru gideceği bir çılgınlık hayali içerisine yerleştirilir. Örnekler çoğaltılabilir ama belki de en çarpıcısı “Kümesin Ötesi” öyküsündeki tavuğun durumudur. İçine kapatıldığı kümesten, diğer tavuklardan ve horozdan nefret eder; uzaklarda güzel, başka bir kümesin hayallerini kurarak kaçmaya teşebbüs eder. İlginç olan, Atılgan’ın bu sıkışmış karakterleri içinde sadece bu karakterin kaçma girişiminde bulunmasıdır. Ancak kümesin dışında onu bekleyen şey yırtıcı bir köpektir.

Kaçacak bir yer yoktur. Kafka’nın “Bir Hayvan Meseli”yle bire bir aynı temanın tekrarıdır bu öykü: Köşeye konmuş kapandan uzaklaşırsa eğer, kedi fareyi yiyecektir. Çıkış yoktur! Çıkışı olmayan bu karakterler Kafka’nın faresi kadar pasif değildirler. İçlerindeki arzuların tatmin olmayışı onları şiddete yöneltir. Kimi zaman hayal ederler kimi zamansa bilfiil hayata geçirirler bu şiddet eylemlerini. Kötülüğü insan psikolojisinin sürekliliği içinde ele alarak bunu yazdıklarının temel meselesi haline getiren Yusuf Atılgan edebiyatımızın karanlık kutbudur



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları