Olaylar Ve Görüşler

AYDIN TONGA - Laikliğe yeni hançer

17 Ekim 2017 Salı

Tarih boyunca müftüler “şeriatı” yani egemen İslam hukukunu anlattı. Bu anlamda bugün müftülere nikâh yetkisi verilmesinin “anlamı” açıkça “İslamileşme” dalgasını büyütmek ve “dinselleşme” olgusunu yüksek perdeden sürdürmeye devam etmektir

 

Resmi nikâh işlemlerinin müftülüklere de devredilmesi konusu, yeteri kadar olmasa da kamuoyunda belli düzeyde tepkiyle karşılandı. Yeteri kadar olmasa da diyoruz zira kendilerini “laikliği benimsemiş kimseler” olarak tanımlayan yazar, aydın ve siyasetçilerin sayısal niteliği ortada. Dahası bu kimselerden bazıları konuyu oldukça yüzeysel bir yönelimle geçiştirdiler. Oysa çok temel bir ilke olarak laiklik, devletin dinler karşısında eşit mesafede durması ve tarafsız davranmasıdır. Ötesinde, bir başka inancı tehdit ettiği, iktidarı hedeflediği ve şiddete meylettiği oranda müdahaleci yönelimi elinde bulundurmaktır laiklik. İşte bu temel ilkeler bile göz önünde bulundurulsa müftünün nikâh kıymasının yanlışlığı ortaya çıkacaktır. Bu noktada o kimi “demokratlara” Tarkovski’nin şu sözünü hatırlatmak istiyoruz: “İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.”

Laiklik aşınıyor
Müftülüklere ve genel anlamda din adamlarına nikâh yetkisi vermek, başlı başına laikliğin bağrına yeni bir hançer saplamaktır. Yeni diyoruz çünkü yaşadığımız topraklarda laiklik ilkesi zaten günden güne aşınıyor. Ve elbet bu darbe, o aşınmayı daha da büyütecektir. Son yıllarda iyiden iyeye çoğalan bu darbeleri ve en nihayetinde “İslamileşme” olarak tanımlayacağımız bu süreci ayrıca ele almak gerekiyor. Fakat biz bu yazıda “müftü” konusu üzerinde durmak istiyoruz. Müftü kimdir, İslam inancında neyi temsil eder, müftülerle ilgili neler söylenmiştir? Bu soruların yanıtlarını bir kez daha hatırlamamız gerek. Öyle ki, müftülere nikâh yetkisi vermek görüldüğünden daha büyük anlamlar taşıyan bir hadise ve o anlamın götüreceği yerde bizi hiç de hoş görüntüler beklemiyor.

Fetva veren kişi
Müftü, Arapça kökenli bir kelime. Çok özet olarak Müslümanların din işlerine bakan, fetva veren kimselere müftü denir. Fetva konusu önemli. Şöyle ki, fetvalar Müslümanların sordukları sorulara verilen yanıtları ortaya koyar. İşte tam bu noktada müftüler egemen İslam dünyasında “İslam hukuku” olarak da tanımlanan “Şeriatı” temsil ediyor. Nitekim bugün bile müftülere, bir konunun dine uygun olup olmadığı ile ilgili soru sorulduğunda, müftü bu sorunun cevabını ağırlıklı olarak mezhep otoritelerine bağlı olarak cevaplıyor. Yani müftünün başucu kitabı “şeriat kitaplarıdır”.

Şatibi’nin söyledikleri
Yaşadığı dönemin büyük İslam âlimlerinden biri olarak değerlendirilen Şatibi (ö.1388) müftü ile ilgili şöyle der: “Müftü, Müslüman topluluk karşısında peygamberin durduğu yerde durur”. Benzer biçimde “İslam geleneğinde” müftü “Peygamberlerin vârisi” ve “Kadir-i Mutlak Tanrı’nın Mührü” ve Kadir-i Mutlak Tanrı ile onun yaratıkları arasındaki aracı olarak tanımlanır. Hiç kuşkusuz müftülerin İslam geleneği içerisinde böyle tanımlanmalarının gerekçesi müftülerin misyonlarında saklı. Öyle ki müftüler, sahip oldukları Kuran ve hadis ilmiyle, dünyevi işlerin bile dine uygun olup olmadıklarına karar veriyorlardı! Hal böyle olunca yani müftüler “şeriatın” ağır yükünü yüklenince iltifata da tabi oluyorlardı!
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan müftü deneyimi bu noktada oldukça çarpıcı. Zira devletin güçlenmesi ile birlikte gücü artan ve bir süre sonra neredeyse iktidara ortak olan, iktidarın temel meşruiyet kaynağı olarak karşımıza çıkan müftüler dönem dönem verdikleri fetvalarla bir döneme damgasını vurmuşlardır.

Fetvanın gücü
Özellikle müftülerin başı olarak tarih sahnesinde yerini alan Şeyhülislamlar verdikleri savaş, ölüm, katliam vb. fetvalarla otoritelerini de zirveye taşıdılar. Nitekim “Fetvanın meşrulaştırıcı gücünü” fark eden Osmanlı sultanları, Şeyhülislam’ın hukuki görüşünü almadan hem iç hem de dış politikaya dair herhangi bir karar almamayı gelenek haline getirmişlerdi. 1516 yılında I. Selim Ali el-Cemali’den Mısır Memlüklülerine saldırmak için onay istedi; 1570’de II. Selim Osmanlı ordusunun Venedik’e saldırması konusunda Ebu Suud Efendi’den fetva aldı. Yine benzer şekilde kahve tüketimi Ebu Suud Efendi’nin verdiği bir fetvayla resmiyet kazandı ve 19. yüzyılda Nizam-ı Cediile düzenlenen hukuki ve idari reformlara Esad Efendi Cevaz verdi.” Diğer taraftan Osmanlı’da neredeyse iğneden ipliğe her soru müftülere iletiliyor, onlar da ibretlik cevapları ile tarihte yerlerini alıyorlardı. Örneğin “o müftülere göre bir erkek başkasının cariyesine tecavüz ederse karşılaşacağı ceza, cariye sahibine ödemek zorunda olduğu tazminattır. Diğer taraftan cariye sahibi, cariyesini öldürme hakkına da sahiptir. Yine dönemin fetva zihniyetine göre bir kadının çocuk doğururken ebe getirme isteği reddedilebiliyor, bir diğer fetvada ise eş, kocasından habersiz ebe getirmişse, koca o ebenin ücretini ödememe hakkına sahip olabiliyordu.”

Amaç açık
Fetva konusu başlı başına ayrı bir yazının konusu olacak büyüklüğe ve öneme sahip. Öte yandan burada üzerinde durulması gereken şu: Tarih boyunca müftüler “şeriatı” yani egemen İslam hukukunu halka anlattı ve açıkladı. Bu anlamda bugün müftülere nikâh yetkisi verilmesinin “anlamı” açıkça “İslamileşme” dalgasını büyütmek ve “dinselleşme” olgusunu yüksek perdeden sürdürmeye devam etmektir. Pek tabii olarak bu dalganın kasırgaya dönüşüp dönüşmeyeceği, dalgaya su olanlar kadar set olacaklara da bağlıdır.  

AYDIN TONGA
Yazar



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları