Fark nerede?

04 Kasım 2017 Cumartesi

Perşembe, Fransa’da iki yıl süren ve 1 Kasım 2017’de sona eren, OHAL uygulamasını Türkiye’deki OHAL ile karşılaştırmıştım.
Bu arada hemen belirteyim ki perşembe günü, Fransa’da nefret, şiddet ve terörü kışkırttıkları için kapatılan cami sayısı sehven 61 olarak yazılmıştır. Doğrusu 16 olacaktır.
Türkiye’deki 15 aylık OHAL uygulamasının insan hakları çiğnenmeleri, yurttaş mağduriyeti açılarından, Fransa’da iki yıl süren dönemi kat be kat geride bıraktığı yapılan karşılaştırmada görülüyordu.
Belki daha doğrusu yapılıp, Türkiye’deki “normal hal” ile Fransa’daki olağanüstü hal karşılaştırılsaydı görülecekti ki Fransa’nın OHAL dönemi, temel hak ve özgürlükler açısından Türkiye’nin “normal” dönemine oranla daha iyiydi.
Fransa’da OHAL döneminde, iktidarın tasarrufları ve KHK’ler üzerindeki yargı denetimi Türkiye’de OHAL ile by-pass edilmeden önceki yargı denetiminden daha büyük güvenceler sağlamaktaydı.
Çünkü o yargı, Türkiye’deki “normal dönem” yargısının aksine bağımsızdı.
Türkiye’de yargının bağımsız olmaması, onu güvence olmaktan öylesine çıkarmıştı ki OHAL’in yargının by-pass edilmesinden yakınmanın da bir anlamı kalmamıştı.
Öyle ya, yargı bağımsız olmadıktan sonra devre dışı bırakılsa ne olur, bırakılmasa ne olur!

***

İki ülke demokrasileri arasındaki bu korkunç fark nereden kaynaklanıyor?
Kendimi bildim bileli Türkiye’de demokrasinin işlememesinden yakınılır.
1950’li yıllarda, bu durum daha çok yeni olan demokrasimizin çocukluk hastalığına bağlanırdı ve bunu hepimiz onaylardık.
Oysa düşünmezdik ki daha o zamanlarda bile Sened-i İttifak’ı, Tanzimat’ı, 1. ve 2. meşrutiyetleri ile birlikte, iktidarı sınırlayan anayasal metinlerin yüzyılı aşan bir geçmişleri vardı. O zamanlar, demokrasisi hiçbir dönemde tartışma konusu olmamış olan Finlandiya’nın bağımsız devlet olarak ortaya çıkmasından yarım yüzyıl önce, bizim toplumumuzda Şûrayı Devlet adıyla Danıştay’ın temelinin atılmış olduğunu akla getirmezdik. Ve yine o zamanlar, Kurtuluş Savaşımızın, Bülent Tanör’ün deyimiyle dünyadaki ilk ve tek savaş demokrasisi örneği olduğunun farkında değildik.
Bunları farkına varmış olsaydık eğer, demokrasimizin illetinin çocukluk hastalığı olmadığını anlardık.
1950’li yıllar anayasal güvenceye bağlı, temel hak ve özgürlükler mücadelesi içinde geçtiğinden Türkiye’de bir anayasa fetişizmi gelişti.

***

Sanıldı ki, eğer kendi içinde tutarlılığı olan anayasalar yapılabilirse, demokrasi sorunu da çözülür.
Anayasa metinlerinin bir tür demokrasinin garanti belgesi olduğu doğruydu ama aslında onlar da bir neden olmaktan çok, birer sonuçtular. Başka bir deyişle, demokratik ülkeler, anayasaları yeterli güvenceyi oluşturduğundan demokratik olmuyorlardı da gereğince demokrat oldukları için gelişmiş anayasalar üzerinde uzlaşabiliyorlardı.
Toplumların demokrasinin güvence olmasını sağlayan birikimlerinin ürünü olan demokratik kültürleri, anayasalarından daha büyük garantiydi.
Benzer anayasa metinleri ve kurumları, değişik toplumlarda değişik sonuçlar verebiliyordu. Nitekim, demokratik kurumları çok tartışılan, ünlü 16. maddesiyle cumhurbaşkanına çağdaş bir diktatörün bütün yetkilerini veren 1958 Beşinci Cumhuriyet Anayasası Fransası, hak ve özgürlükler konusunda döneminin en ileri metinlerden biri olan 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu Türkiye’den demokrasi uygulaması açısından çok daha ileride olmuştu.
Bu durumda, Türkiye’deki demokrasinin yerleşik hastalığının nedenini, halkın demokratik bilinci ve kültüründe aramaya başlamak daha doğru olur.

Not: Bülent Tanör’ün yazıda sözü geçen “savaş demokrasisi” kavramını da anlattığı Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet konusunda anahtar eser olup, tükenen kitabı “Kurtuluş ve Kuruluş”un 11. baskısı Cumhuriyet Yayınları tarafından yapılmıştır. Kitapçılara ve kitapseverlere duyurulur.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İyi insan 19 Mart 2024
Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları