Olaylar Ve Görüşler

ORHAN GAZİ ERTEKİN - Ceza hukuku can çekişiyor

14 Kasım 2017 Salı

Türkiye ceza yargılaması tarihinde Cumhuriyet davasında da şahit olduğumuz çapta trajikomik hallerine ancak üç tarihsel örnek verilebilir. Birincisi İstiklal Mahkemeleri, ikincisi Dersim harekâtı süreci ve üçüncüsü ise 1980 darbe yargılamaları

Türkiye’de ceza yargılaması, bir kez daha şaşırtıcı performansı ile öne çıkmaya başladı. Türk yargı tarihinin en traji-komik iddianameleri ve karar gerekçeleri, seri halinde hukuksal geçerlilik talep ediyor. “Cumhuriyet Davası” bu yeni ceza soruşturması performansının zirvesi olarak görülebilir. Cumhuriyet gazetesinin yönetim sorunları ve iç gerilimlerinin kriminalize ediliş biçimleri, gazeteci Kadri Gürsel’in tweet-retweet üzerinden örgütsel bağlantı keşfinin mantıksal doğası ve Ahmet Şık’ın radikal devlet eleştirisi hakkını kullanmasının iddianamedeki anlatım biçimleri, suç ve ceza düzeninin mesleki gelenek ve bağlayıcılıkları üzerinde derin bir hüzün ve teessürle durmayı gerekli kılıyor. Başka örnekler de var. Osman Kavala’nın “yoğun telefon bağlantıları” nedeniyle tutuklanması, İzmir’de ÇHD Genel Sekreteri Nergiz Tuba Aslan, üye avukatlar Dinçer Çalım, Yemen Cankan, Emel Diril, Bahattin Özdemir’in sosyal medyada hepimizin önünde yaptıkları beyanlar nedeniyle gözaltında tutulmaları, Büyükada’da sivil toplumun bütün kıdemli emekçilerinin istihbarat çalışmaları iddiası ile aylarca tutuklanmaları, sadece hâkimlik ve savcılık mesleğinin etik gelenekleri üzerinde değil aynı zamanda ceza yargılamasının içine çekildiği, ama asla başvurulamayacak geniş spekülasyon sahası üzerinde de düşünmeyi zorunlu kılıyor. Ve son bir şey daha: Ceza yargılaması olağanüstü politik risklerin refakatinde ilerliyor, ki bu durum iddianameler ve mahkeme kararlarının sadece cari iktidarın ömrü ile kaim hale gelmesine yol açarak hem hâkim ve savcılık mesleğini yürütenlerin hem de bütün bir toplumun ceza yargılaması üzerinden bir kumar oynadıkları gerçeğini ortaya koyuyor. Ceza yargılaması bir kez daha can çekişiyor.

Yargının trajik geleneği
Türkiye siyasi tarihi lanetli davalar tarihi olduğu kadar lanetli savcılar ve hâkimler tarihi de oldu. 1926 Yargılamaları, 1944 Türkçülük davası, 1959 “49’lar davası”, Yassıada yargılamaları, 1971 ve 1980 darbe yargılamaları ve dahi 28 Şubat yargılamaları, hakim ve savcıların parlak ışıklar altında başlayıp giderek karanlık izbe yerlere saklandığı bir resmi geçit töreni gibidir. Bununla beraber Türkiye ceza yargılaması tarihinde bugün şahit olduğumuz çapta trajikomik hallerine ancak üç tarihsel örnek verilebilir. Birincisi İstiklal Mahkemeleri, ikincisi Dersim harekâtı süreci ve üçüncüsü ise 1980 darbe yargılamaları. 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu ve özellikle İzmir Suikasti sonrası yaşananlar bugün yaşananlara pek benzer. Bu mahkemelerde hukuksal temel ve gerekçeden o kadar uzaklaşılmıştı ki, cezalar sanıkların oturdukları sıralara göre verilebiliyordu: İlk sıradakiler idam, ikinci sıradakiler müebbet... 1935 Dersim Kanunu ve Dersim harekâtı ise yargının bütün kararlarının özellikle askeri kurmay heyetinin izni ve onayı ile geçerlilik kazandığı dönemlerdi. 1980 darbesi sonrası iddianamelerde de benzer süreçleri görmek mümkün. 1980 iddianamelerinin birinde C. savcısı o kadar ileri gitmişti ki spekülasyonu bile terk edip hakaret etme hakkını kullanıyordu: “Bu Ermeni oğlu Ermeni...” diye başlıyordu iddianamesine.

Temel karakteristik
Buna karşılık bir ceza soruşturması faaliyeti diğer hukuk alanlarına göre bağlayıcılığı ve sorumluluğu en yüksek olan hukuk alanıdır. Bir suç soruşturması ve kovuşturmasını gerçek bir ceza yargılaması yapan birkaç temel nokta vardır. Ceza yargılamasını bir toplumsal kınamadan ayıran en temel nokta suçun bireyselliğidir. Suç ve cezada birey vurgusu, toplumsal ve siyasal analizlerin genelleyici üslubunu öncelikle reddetmeyi zorunlu kılar. Bütün kavramlar ve kurumlar, delil ve ispat mantığı birey üzerinde kurulmuştur. Diğer türlü toplumsal kınama ile ceza soruşturmasını birbirine karıştırmış olursunuz. İkinci unsur, ceza yargılamasının sadece suçluya ilişkin bir haklar alanı ifade etmemesi, bütün bir toplumun haklar alanına karşılık gelmesidir. Ceza hukuku nispi, yani “suçlunun hukuku” değil “yurttaşın hukuku”dur. Ve üçüncüsü ceza yargılaması devlet ile fail arasındaki eşitlik riskini göze almadan yürütülemez. Bu da sanığın en az iktidar kadar güçlü olması anlamına gelir. Gerisi ise sadece infaz olur.

Türkiye’de ceza hukuku
Türkiye’de ciddiye alınabilir bir ceza hukuku geleneğinin bulunmadığı açık. Buna karşılık 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, suç soruşturmasının mantığı ve delil kataloğu ile yeni bir politik inşanın ortak alanına dönüşmüş durumda ve bu haliyle tıpkı Amerikan yeni sağının 11 Eylül saldırılarının somut olay ve faillerini kendi politik çıkarları ile sonu gelmez ve belirsiz bir soruşturma ve hesaplaşma alanına taşıması gibi giderek temellerinden uzaklaşmaya başladı. En son örneği olarak Osman Kavala, cemaat soruşturmasına eklenebiliyor mesela. Kavala’ya atfedilen suç fiilinin dört yıl öncesine dayanması, Mithat Paşa’nın beş yıl sonra, İlker Başbuğ’un ise 2.5 yıl sonra suç işlediklerinin keşfedilmesinde olduğu üzere hukuken değil, siyaseten yapılan bir “yeni suç keşfi” olduğu şüphesini derinleştiriyor.

Ayrımın altı derecesi
Suç soruşturmasının failleri aşarak “politik muhalif”lere kadar uzanması dosyaları içinden çıkılmaz bir yöne doğru sürüklüyor. Soruşturma, bir defa, dünya yargı literatürüne geçecek bir sosyal ilişkiler teorisinin üzerine oturuyor. “Six degrees of seperation/ ayrımın altı derecesi” teorisi, dünyadaki herkese 6 kişi kadar uzakta olduğumuz tezine dayanır. Buna göre 6 kişi ile bağlantı kurarak dünyadaki herkese ulaşabileceğimize dair bir sosyal ilişkiler dünyası tarif edilir. Türkiye’deki cari cemaat soruşturmaları ise dünyadaki herkesin cemaate ya bir kişi uzaklıkta olduğunu ya da bizzat cemaatin kendisi olduğuna dair bir “sosyal ilişkiler teorisi”ne dayanıyor. Kadri Gürsel işte o aradaki tek kişi için suçlanabiliyor! Eğer bu teori doğru ise bizler hepimiz dünyadaki herkese 6 kişi uzaklıktayken cemaate ise bir kişi uzaklıktayız. Hatta herkes cemaatçi. Eğer bu da doğruysa bu soruşturmayı yürüten savcılar ve hâkimleri cemaatçilik suçlamasından kurtaracak herhangi bir sınır ortada yok demektir. Oysa bir suç soruşturmasının dayanıklılığını gösteren ilk önemli unsur bizzat soruşturmayı yürütenlerin ve karar alıcıların kendilerini faillerden ayırabilecekleri bir hukuki sınıra sahip olmalarıdır. Kadri Gürsel ile hakim arasında bir fark yoksa yargılama da yok demektir. Aksi halde hakim ve savcılar kendileri de dahil herkesi sonsuz bir huzursuzluğun pençesine teslim etmiş demektir.
Cemaat soruşturması, artık somut ve kamuoyunca da takip edilebilir bir örgüt çerçevesine oturtulmak zorunda. Bunu söylemek Demokrat Yargı Eşbaşkanı olarak benim açımdan oldukça hüzün verici. Çünkü daha beş yıl önce Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programında yargıda cemaatin hâkim olduğunu kanıtlamak için kan ter içinde kalırken karşımızda bugün cemaat darbesini araştırma komisyonu başkanı olan Reşat Petek’in sert itirazları ile karşılaşmıştık. Bugün ise hiç “ter dökmeksizin” herkesin cemaatçi haline getirildiği bir dünyaya uyanmış bulunuyoruz. Şu halde tıpkı beş yıl önce yaptığımız gibi bir kez daha uyarmak borcumuzun borcu: Ceza yargılaması can çekişiyor ve cemaat soruşturması artık genel bir hak kaybı olarak yaşanıyor. Eğer beş yıl sonra da savunamayacaksanız neyi savunduğunuza dikkat edin. O halde başkan yardımcımız Faruk Özsu’nun 2012’de Fethullahçılara yaptığı uyarıyı bir kez daha hatırlamanın vakti: “Yasaları yerle bir ettiğinizde daha sonra esecek rüzgârlara karşı ayakta durabileceğinize inanıyor musunuz?”  

ORHAN GAZİ ERTEKİN
Dr., Demokrat Yargı Eşbaşkanı



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları