Bağış Erten

Tudor istifa

29 Kasım 2017 Çarşamba

N’aptın sen Tudor? Canına mı susadın? “Kral çıplak” demek senin haddine mi? Neymiş efenim bizim için her şey siyah ya da beyaz olmalıymış, yoksa haber değeri yokmuş. Her gün bir teknik adam gönderiyormuşuz. Futbolu sinema filmi zannediyormuşuz. Bir aktör gider, diğeri gelirmiş. Oysa emek veriyorlarmış. Ter döküyorlarmış. Yalan haberciymişiz biz. Her şeyi abartıyormuşuz. Ya kahraman yapıyormuşuz ya yerin dibine batırıyormuşuz. Vay vay vay!..
Bert Trautmann bir Manchester City efsanesi. Öyle sıradan bir eski oyuncu değil. Yeni stadın girişinde heykeli olan iki futbolcudan biri. 1955 yılında bir FA Cup finalindeki performansıyla tarihe geçiyor Trautmann. Herkes Nazi diye bağırırken, kendi taraftarları bile ona sırtını dönmek üzereyken, çıkıyor ve müthiş bir maç çıkarıyor. Üstelik aynı maçta bir pozisyonda boynu kırılıyor, acılar içinde maçı tamamlıyor. O maçtan sonra taktığı boyunluk bugün Manchester’daki Ulusal Futbol Müzesi’nin başköşesinde sergileniyor. Sonrası da geliyor. Maviler tarihinin en müstesna isimlerinden biri oluyor.
Ama Trautmann’ı bu yazıya konu eden şey saha içindeki yaptıkları değil, hayatının ilk yılları. Catrina Clay’in onunla yaptığı uzun sohbetlerden çıkan enfes biyografisi sadece futbol tarihi açısından değil, futbolu da aşan bir tarihsel sosyoloji üzerine yazılmış en güzel kitaplardan biri. Orada bir ‘gidişat’ gözlemliyorsunuz ve size futboldan bambaşka şeyler anlatıyor. Bremenli bir orta sınıf ailenin çocuğu Bert. İlgisiz ve zayıf bir babayla güçlü, dominant bir annenin oğlu. Büyüdüğü yıllar ise tam da Nazi Partisi’nin güçlenmeye başladığı zamanlar. Kitabın ödüle layık görülecek kadar iyi olan yanı tam da bu dönemi ele alışıyla ortaya çıkıyor. Çünkü bir toplumun nasıl histeriye kapıldığını, yalanların nasıl ortaklaştığını, sporun, gençliğin nasıl bir propaganda ve kara propaganda aracı olabileceğini, basının manipülasyon işlevinin nasıl toplumu daralttığını, her şeyi uçlaştıran, sertleştiren bakış açısının toplumu nasıl sıkıştırdığını, onay vermemenin yetmediğini, katılmanın da şart olduğunu nefis bir dille anlatıyor. Bir futbolcunun değil bir askerin oluşumunu izliyoruz önce. Ve gencecik bir oyuncunun nasıl böyle bir düzenin neferi oluverdiğini gösteriyor bize.
Trautmann’ın hikâyesini burada bırakalım ve bize, spor dünyamıza dönelim. Farkında mısınız ne kadar fazla ‘tek adamımız’ var? Kendi kamuoyları içinde hepsinin astığı astık kestiği kestik. Pek çoğumuz da onların bu ‘muktedirliğine’ bayılıyor. Televizyon ekranları da ahkâmcı, tekçi buyurganlarla dolu. Tribünler de, takımlar da, dernekler de, federasyonlar da... Yıllarca her şeyi mitralyöz gibi konuşmakla, baltalarla yarmakla çözebileceğini iddia eden duayenler, teknik patronlar, başkanlar, yöneticiler... Zirveler, tepeler, sonra yerin dibine sokmalar, bundan güç çıkarmalar, kavgadan, kaostan medet ummalar... Kuralları onlar koyunca geri kalan herkes sıkışıyor.
Tudor’un isyanını biraz da böyle okumak gerekmiyor mu? Mealen diyor ki Hırvat teknik adam, “Türkiye bunu istiyor diye bu haberleri yapıyorsunuz. Yalan! O ortamı yaratan, bunu isteyen sizsiniz.” Ne de çok şey biliyor, değil mi? Bence akıllı olsun, ağzından çıkanı kulağı duysun. Çözdüğünü düşündüğü bu düzen öğütücülüğüyle ünlü. Herkes geliyor, gidiyor ama sistem hiçbir şey olmamış gibi dimdik ayakta kalıyor. En iyisi mi Tudor istifa etsin. Kafamızı karıştırıyor çünkü. Ezberlerimizi zorluyor. Biz de kalalım kendi kâbusumuzla baş başa.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bu sezon o sezon değil 2 Eylül 2018
Herkes biliyor 29 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları