Süpermen

09 Aralık 2017 Cumartesi

Adam, karısını aldatmış, gece yarısı eve süzülmüş. Çaktırmadan pijamasını giyip yatağına girmek üzereyken karısı uyanmış, “Ooo Süpermen hoş geldin” demiş.
Adam, zeytinyağı gibi üste çıkmak için “Nereden çıkardın, Süpermen’i filan” diyecek olmuş, karısı yapıştırmış yanıtı:
Donunu pantolonun üstüne giyen Süpermen’den başkası olamaz ki…
Günlük yaşamda da aldatma çabalarına her gün hep birlikte tanık oluyoruz:
Milyon dolarlık belge bulunur. Yok, sahte.
Milyon dolarlık rüşvet açıklanır. Yok, uydurma.
Yalanlar yakalanır. Yok, demedim.
Yolsuzluk dosyaları açılır. Yok, kumpas.
Bizim memleket fıkra gibidir. Elini sallasan Süpermen’e çarpar.

İnsanlığımızı kaybetmedik
Yarın 10 Aralık, Dünya İnsan Hakları Günü. Türkiye İnsan Hakları Kurumu Vakfı Başkanı Muzaffer İlhan Erdost’a, “Türkiye’de, insan olarak haklarımızı yeniden kazanma zamanı geliyor mu” diye sorduk. Tarihsel bilincin ışığını yaktı:
Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı günün haftasında, (9 Kasım 1918’de, İngiliz eski başbakanlarından Asquith, ‘Ümit edelim ki’ der, ‘bugünler Osmanlı’nın son günleri olsun. Bu ölünün mezar taşı üzerine ne yazılırsa yazılsın o hiçbir zaman yeniden doğmayacaktır.’
Mondros mütarekenamesini, sulha, selamete götüren bir sözleşme olarak kabul edip imzalayan Vahdettinin düşüncesi ise farklıdır:
Mütareke imzalandı. Ecnebiler yanımıza gelecek ve vükela (bakanlar) ile buluşup sulh olacaktır.’
Böyle kurgulamıştır Vahdettin.
Ne var ki ecnebiler yanına gelmeyecek, sulh antlaşması (Sevr), tasarı üzerinden imzalanmak üzere saraya gönderilecek.
Osmanlı saltanatı ve hükümeti, iki olasılıkla karşı karşıya kalacak: Var olmak ya da yok olmak.
Barış antlaşması kabul edilirse, İstanbul, Osmanlı saltanatı ve İslam halifesi belirlenen sınırlar içinde küçük bir devlet (!) olarak varlığını koruyacaktı.
Bir koşulu daha olacaktı, ecnebilerin, Anadolu ayaklanmasını durdurmak.
Bakanlar’dan, senato üyelerinden, bilim adamlarından yüksek dereceli askerlerden oluşan Yüksek Mecliste hazır bulunanlar, ‘antlaşmaya imza konulmasını kabul edenlerin ayağa kalkmasını’, padişahın emir ve ferman buyurmasıyla, Meclis tümüyle ayağa kalkmış, yalnızca Topçu Feriki Rıza Paşa çekimser olduğunu söylemiş ve Meclis sona ermişti.
O, sona ererken, sönerken, yükselen ve yayılan bir başka şey vardı: Türk halkının ulusal savaşı. Osmanlı olarak değil, ulus olarak, ulus olarak var olmak savaşıydı bu.
O, halife ve hilafet olarak, sultan ve sultanlık olarak var olabilmek için, Türkiye’yi ve Türk halkını düşmanın ağzına atarken, Anadolu’nun bağrında, ulus olarak, özgür bireyler olarak, denebilirse, insan, insan hakları giysileriyle doğacaktı.
Erdost, sözlerini günümüze bağlayıp karamsarlığın yersizliğini dillendirdi: “
Bugün halifelerin, hurafelerin, emperyalist gericiliğin boğmaya çalıştığı insan ve insan haklarını kaybetmedik ki, kazanmaya çalışalım.
Kaybetmedik, kaybetmeyeceğiz…

Devran
Gelişmeler gösteriyor ki, başımızdakileri getirenler götürmeye kararlı.
Götürürken de bir başkasını getirme peşindeler.
Dünya egemenleri Abdullah Gül’ü düşünüyorlarmış.
Biri gidecek, öbürü gelecek, devran dönecek!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Şamar örnekleri 6 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları