Yaşam dediğin, biraz iniş, biraz çıkış ve koskoca bir heves

07 Ocak 2018 Pazar

Önceki gün 93 yaşında hayatını kaybeden usta oyuncu Münir Özkul, böyle anlatıyordu:

“Teatro dediğin nediiiir? İki kalas bir hevestir” dedirtiyordu Thomas Fasulyacıyan’a, Haldun Taner...
“Yaşam dediğin nedir ki, biraz iniş, biraz çıkış ve koskoca bir heves” der büyük oyuncu, usta oyuncu Münir Özkul.
Gözümün ve gönlümün önünde o sahne. O, Frenklerin deyişiyle adeta bir “sahne hayvanı”, “sahne yaratığı”... Doğuştan yetenek... Gerisi safi duyarlık; safi yoğunluk, safi insanlık, safi olmak ya da olmamak sorunu...

O, rol yapmaz; olur
Münir Özkul’u sahnede izlemek ne büyük mutluluktur...
Sizi avucunun içine değil, yüreğinin içine alır. Bir daha da bırakmaz.
O andan sonra, söylediği her söz, yaptığı her hareket, her duruş, her bakış sahicidir. Ona sonuna dek inanırsınız.
Söylediklerine inanırsınız. Söylemediklerini de duyarsınız. Sessizliğine anlam yüklersiniz.
Yüzünün, bakışının, gerisindekini kavrarsınız.
Sahici olduğunu, “mış gibi” yapmadığını, “rol yapmadığını” anlarsınız.
O andan sonra Münir Özkul’un duyarlığına kapılır onun içsel gizleri arasında, bir yolculuğa çıkarsınız. Yolculuğun sonunda yoğun bir duygu birikimi kalır. Bir de aşinalık, sıcaklık... “O bizden biridir” duygusu.
Münir Özkul’u sahnede izlerken, artık izlediğiniz Münir Özkul değildir, oynadığı oyun kişisidir. İkisi bütünleşmiştir, özdeşleşmiştir, yer değiştirmiştir. İster klasikler olsun, ister bulvar komedileri ya da geleneksel tiyatromuzun İbiş’i, bu durum değişmez...

Korkulardan intikam almak
Sevgili Münir Özkul’u sahnede sayısız kez izledim. 1970’ten başlayarak onunla sayısız röportaj yaptım. Oyunculuğunun tek yöntemi, tek tekniği olduğunu çok iyi biliyorum. O da şu: Duygularının peşinden gitmek.
Münir Özkul, yaşamla sanatı, yaşamla tiyatroyu birbirinden hiç ayırmama çabasındadır...
Gelin görün ki, utangaçtır, içine kapalıdır. Aşırı duygusallık, korkunç umutsuzluk, endişeler, korkular, hele hele çocukluktan kalma korkular, kimi zaman tutunacak bir dal bile olmaması, onu “inişlere” ve “çıkışlara” mahkûm eder.
Bu mesleği, tiyatroyu, oyunculuğu seçme nedeni, çocukluktaki korkulardan intikam alma isteğidir.
Nereden mi biliyorum. Kendisi söyledi...
Çok sevdiği annesinin arzusunu yerine getirmek için “Paşa” olmaya çalışmak bir yanda; Naşit’i ve Dümbüllü’yü izleyerek âşık olduğu oyunculuk tutkusu öte yanda... Bu ikisinin çelişkisi, sıkıntısı, bunalımı, duygu karmaşası, verilen söz, bitmeyen sınıflar...
Üniversiteye girdiği yıl, annesine, “oyuncu” olduğunu ispatlamak için, Ses Tiyatrosu’nda profesyonelliğe geçmeye karar verdi. Ve geçti. Minicik bir rolü vardı ama olsun. Ama olmadı, ispatlayamadı. Annesi, tam o sırada, genç yaşta öldü.
Tutunacak dal... Sığınma gereksinimi... İnişler ve çıkışlar arasında bu yönteme sık sık başvuracak, annesinin yerini alacak kadını arayacak, evlenecek, onun annesi olmadığını kavradığı an yıkılacaktı.
Bunu bana anlattığı 1979 yılında beşinci evliliğine hazırlanıyordu.

Muhsin Ertuğrul’dan çağrı
1950’de Küçük Sahne’den Muhsin Ertuğrul’dan bir çağrı alınca yaşamı değişecekti. Orası bir konservatuvardan farksızdı. Küçük Sahne’de “Fareler ve İnsanlar”daki unutulmaz
Küçük Karlson kompozisyonuyla başlayan ve yine unutulmaz oyunlarla süren beş yıl... Sonra Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu, kendi ya da başkalarının kurduğu özel tiyatrolar...
Sürekli kendisiyle hesaplaşmalar, aklın ve yüreğin oyunları, dinmeyen arayış, bitmeyen korkular, kendini ve karşısındakini her an sınavdan geçirmeler... Bunalımları izleyen alkol krizleri... Düşüşler, kaçışlar ve “inişler”, “çıkışlar”... Her seferinde yaşama yeniden başlayış...
60’lı yıllarda tek tük rollerle başlamıştı sinema. Tiyatroya her küstüğünde filmlere sarıldı. Bunlar giderek sıklaştı ve beyazperdenin en aranan isimlerinden biri oldu. Şöhret, o alanda da katlanarak geliyordu...
Oysa sinema oyunculuğunu öğrenmek için mücadele vermesi gerekmişti... Çünkü sahnede oynarken, hep en arka sıradaki seyirciyi düşünmeye alışıktı, buna koşullanmıştı...

Kamera korkusu
Kamerayı burnunun dibinde görünce önce çok korktu. Sonra kendini inandırdı ki kamera korkusu, çocukken ona söylenen “şaşkaloz” lafından gelme...
Çocukken duyduğu “şaşkaloz” sözcüğünü şaşı diye anlamıştı. Yakın bir şeye bakmaya korkardı, şaşı olacak diye...
Bunu bana anlattığında söylemişti:
“Bırakmıyor adamın peşini çocukluk korkuları... O nedenle, çocukları çok sevmeli, onlara çok anlayış göstermeli... Belki benim bu mesleği seçmem çocukluğumdan, çocukluktaki korkulardan intikam alma isteği...”
Oyunlar, filmler, bunalımlar, birbirini izledi. Ama neyse ki hep aşk vardı. Büyülü tutkusu yani oyunculuk vardı... Büyümekte olan ve onu hep kendine getiren minik kızı vardı... Bugün yetişkin bir insan olan Güner Özkul...
Münir Özkul’u bunca büyük ve eşsiz bir oyuncu kılan da kuşkusuz iç dünyasının, duyarlığının gizleriydi...
Başarmak çok güçtü... Hayatta da, sahnede de... Ama o başardı... Üstelik, hayatta da, oyunculukta da yalnız duygularının peşinden giderek başardı.
İyi ki varsınız, iyi ki hayatımıza dokundunuz Sevgili Münir Özkul!
Yolunuz hep aydınlık olsun.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları