Hikmet Çetinkaya

Hoşça kal hüzün...

01 Şubat 2018 Perşembe

Gündüzün geceyle buluşan noktasında hoyrat bir kadının çığlıkları, alev alev yanan alaca bir kuşu andırır...
Bir sevdadır o anda yüreklerde dolaşan...
Zamanın içinde yok olan yalnızlıklar her iklimden şarkıları söyletir insana...
Seher vakti habersizce gara giren ekspres, yüzlerdeki korkuyu alıp bir yerlere saklar...
O koskoca Nâzım Hikmet, uçsuz bucaksız donmuş Kuzey Denizi’nde ışıldakların gölgesinde gibidir...
Bir şiir düs¸er o anda yasak aşkların geçit vermeyen ormanında...
Bir kadın gülümser, bir çocuk ağlar...
Kırakof kentinin Kapris Barı’dır mekân...
Bir koca kişi gülümser bir buluta belli belirsiz... Bir ses duyulur...
Der ki:
Sesleniyorum, seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları...
Ayrılık çok kötü bir düştür.
Ayrılık hüznün ırmaklarla buluştuğu akşamüstüler gibidir...
Büyük korkularla selamlaşan ayrılık “Hoşça kal” dediğinde avuçlarında bir sıcaklığı saklar...
Gözleri dolar insanın, ağlamak ister...
Bilmem o anda neler geçer yüreğinizden...
Benim bacaklarım sızlar, kulaklarım zonklar...
Bir telefon zilidir çalan, hiç beklemediğiniz saatlerde...
Kadın biraz utangaçtır:
Kocam evde bu akşam, dışarıya çıkamam...
Koskoca Nâzım, Bristol Oteli’nde alır soluğu... Bir şarkı mırıldanır yalnızlığın içinde...
Ay diliminin üzerinde uyuyan genç kadını düşünür...

***

Kurşuni gökyüzüne bakan adam, hapishaneden dönen genç kadın, sevdanın pençesinde darmadağın olmuş düşlerle buluşur...
Bir tutam kış kır çiçeği olur vazonun içinde... Duvarda suluboya bir resim...
Hüzün o anda çoğalmaya başlamıştır...
Kıpkızıl çizgide bölünmüş sıcak bir karanlık kaplamıştır her yeri...
Parmakların ucunda kalan kokusu mudur sardunya yaprağının bilinmez...
Bir şiirdir okunan şimdi, eski zamanları çalıp götüren...
Belki bir aşktır mevsimlerin içinde yitirilen...
Nâzım’dan gelen bir iki mektuptur başucumda duran:
Oyunda kaybeden aşkta kazanırmış. Beni seviyorsun, ama yalnız çocuğun, baban, arkadaşın, ağabeyin gibi değil, hatta kocan gibi de değil, âşığın gibi de beni seviyorsun değil mi?
Duvardaki suluboya tabloya bakar...
Bir içki doldurur bardağa...
Odanın içinde menekşe kokusu vardır... Okumayı sürdürür:
Merhaba canımın canı!
Cuma günü sabahı İstanbul’dan yola çıktım. Köprüden Yalova’ya kadar, güneşte pırıl pırıl bir atlas kumaş gibi ışıldayan denizin üstünde, masmavi havayı ciğerime doldurdum da doldurdum. Vapur Moda’ya uğradı. Kalamış Koyu’nu gördüm. Yıldızlı bir gece, altın bir baş ve hatıralar...
Yalova’dan Bursa’ya otobüs yolculuğu, kâh dağların tepesinde, kâh iki tarafı yemyeşil boğazların içinde üç saat süren bir yol...
Cumartesi günü dinlendim. Pazar günü işte ve ben yazıyorum sana!
Ayrılışımızın garip bir tadı kaldı damağımda, acı bir tat.. Yarı kalmış bir öpüşmeye benzer bir şey!.. Seninle gırtlağıma kadar doluyum!.. Ben bir toprak çanak gibiyim ve sen beni dolduran, baygın, acı kokulu kırmızı bir içkisin... Yaşım otuz sularında, fakat seni 14 yaşında bir mekteplinin ve 60 yaşında bir felsefe adamının ikiz aşkıyla seviyorum...
Buraya gelmeden, sana yakın olanlardan, her gün seni görebilen, sesini duyabilenlerden Vedat’ı gördüm. Onun gözlerine bak, orda, beni, sana doğru eğilen gölgemi görürsün belki...

***

O zamanın içinde yok olan yalnızlıklar, her iklimden şarkılar doldurur insanın yüreğini, gecenin bilinmeyen bir saatinde...
Karlı gecelerde ona uzanan sıcak elleri bekler, öfkesinin bir anda sevince dönüştüğü yılları anımsar...
Harlem’de söylenen bir zenci türküsü, uyuyan bir suyun ansızın haykırışı özgürlüğün sisi miydi?
Kederliydi ama umutsuz değildi!..
O maceradan sadece silik fotoğraflar kalmıştı...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları