Bir Çerkez Köyünde

11 Eylül 2008 Perşembe
Anadolu topraklarının kutsallığı, yalnızca burada yaşayan insanların binlerce yıl boyunca kurdukları büyük uygarlıklardan, görkemli kültürlerden kaynaklanmaz. Bu topraklar, aynı zamanda acı çeken, varlıkları tehlikeye girmiş toplumların ve kültürlerin de sığınma alanı olmuştur.

Hele Osmanlı Devletinin çöküş sürecinin başlamasıyla Balkanlarda, Kafkasyada, Ege adalarında varlıklarını tehlikede gören insanlar, bir ana kucağı gibi, son sığınma alanı olarak Anadoluya koşmuşlardır.

1700’lü yıllardan başlayarak Osmanlı Devleti ile Rusyanın Kafkasyada karşı karşıya gelmeleri, bu bölgede yaşayan sayıları onları, yüzleri bulan farklı etnik toplulukları zor durumda bıraktı. Varlıklarını nasıl koruyacaklarını bilemediler. Toprakları iki büyük devlet arasında birkaç kez el değiştirdi. Sürekli bir savaş alanına dönen yörede 1800lerin ikinci yarısında Anadoluya göç hareketleri başladı. Gemilere bindirilen insanların büyük bölümü yollarda açlık ve hastalıklardan öldü.

Sağ kalanlar, İsrailden Mısıra, Kıbrıstan Balkanlara dek Osmanlı coğrafyasına yayıldılar. Ama en yoğun yerleştikleri alan Orta ve Batı Karadeniz bölgesi oldu. Belki geldikleri yurtlarına en çok benzeyen yer olarak buraları gördüler. Gür ormanlarla, dağlarla, tepelerle kaplı kendi topraklarına benzettiler.

Nitekim, tarihte de İzmitten başlayıp Sakarya nehrinin iki yanını kuşatarak Düzceye dek uzanan geniş düzlük alana, gür ormanlarla kaplı olması nedeniyle Ağaç denizi denmiş.

İşte kimi Çerkes toplulukları da, bu ağaç denizi içinde yerleştikleri küçük köylerde kendilerine yeni bir hayat kurmuşlar.

***

Geçen hafta sonu bir Çerkes arkadaşım, beni mutlu çocukluğunun geçtiği, bu yöredeki köylerine götürdü. Dedesinin yaptığı taş evin avlusunda, dayısının diktiği kırk yıllık dev çam ağaçlarının gölgesinde, şimşirlerle kaplı bahçede, aile yakınları arasında çaylar içip, hüzün ve sevinçli anılar içinde bir gün geçirdik. Çamların tepesini görebilmek için başımı kaldırınca, çok yukarlarda dal uçlarının yeşiliyle göğün mavisinin birbirine karışmasıyla oluşan sonsuzluk duygusu içinde başım döndü.

Ağaçlara olan merakımı bilen arkadaşım evin bahçesindeki öteki ağaçları da tek tek gezdirdi bana. Bahçenin arka yanında sağlıklı birer ceviz ve incir ağacı vardı. Hemen yol kenarında, artık kesilmiş olan bir karadut ağacı varmış ki, bu yaşlı ağaç her yıl haziran ayında meyveleriyle, köydeki bütün insanların ağızları mora boyalı dolaşmalarına neden olurmuş.

Arkadaşımı sarsan bir yeni olay da, çocukluğu boyunca marmelat ve kompostolarıyla büyüdüğü kızılcık ağacının kuruduğunu görmek oldu.

Kızılcık ağacının kuruması yanında, her daim yeşil olan köyde belirgin bir kuraklık da göze çarpıyordu. Köyün gürül gürül akan deresinin yatağı küçülmüş, yerinde otlar bitmişti. Köydeki en temel değişim ise artık hiç üretim yapılmıyor olmasıydı. Ne bahçeler, ne de tarlalarla uğraşan vardı. Şaşkınlık verici bir gelişme de tıpkı kentlerdeki gibi bir minibüsle gelen sebzeciden alışveriş yapılmasıydı. Köyde oturup şehirden sebzecinin gelmesini beklemek, ülkemizde yaşanan değişim süreci üstüne çok düşündürücü bir örnek değil mi?

Geçen yüzyılların ağaç denizi artık sanayi çağının fabrikalar denizine dönüşmüştü. Ova ülke sanayisinin önemli unsurlarını barındırıyordu. Daha da ötesi yöre sanayi kuruluşlarına açılırken çevresel önlemler, geleneksel tarım üretimi de göz ardı edilmişti. Sakarya nehrinin taşıdıklarına bakmak yeterli bir izlenim oluşturuyordu.

[email protected]



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yüz Yıl Önce Balkanlar 26 Aralık 2012

Günün Köşe Yazıları