Ayşe Emel Mesci

Soyağacının düşündürdükleri

26 Şubat 2018 Pazartesi

Savaşın, kanın, ölümlerin, hiç bitmeyen çatışmacı söylemlerin ortasında, herkesin soyağacına e-devlet sitesinden ulaşabileceği haberi, kısacık bir an için bile olsa farklı ve son derece insani bir alan açtı. Bir anda telefonlar çalışmaya başladı, bilinenler doğrulandı, yeni bilgiler alındı, bu arada muhtemelen bazı şaşkınlıklar da yaşandı.
Bu göreli ama yine de yaygın “heyecan” ortamında, kendi kendime sordum: İnsanda soybilgisine duyulan bu merakın ve soyağacı sözcüğünün uyandırdığı ortak ilginin kökeni ne olabilir? Çünkü sonuçta e-devlet sitesine yeni keşfedilmiş bilgiler aktarılmadı; arşivlerde bugüne kadar gizli tutulan birtakım eski defterlerin ortaya çıkmasıyla soy bilgilerinin aniden bir veya iki yüzyıl daha eskiye uzanması gibi bir durum da söz konusu değil.

Bizde ve Batı’da şecere
Zaten bizde soy sop bilgilerine erişimin, Katolik Batı’da olduğu gibi asırlarca geriye uzanması çok zor. Değerli tarihçi İlber Ortaylı son çıkan “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” kitabında, Atatürk’ün şeceresini tartışırken, “Bizde kayıt yoktur. Türkiye’de kimse şeceresini sağlam bir şekilde çıkaramaz. Bu pek mümkün değildir” diyor ve Batı’nın farkını, kiliseyle izah ediyor: “Nitekim bizde kilise gibi bir kurum yoktur. Yani vaftiz edilen yok ki kayıt olsun! Evlilik kaydedilmez, ölüm kaydedilmez. Ölüm çok yakın zamanlara kadar bizde deklare edilmezdi.”
Gerçekten de e-devlet sitesindeki soyağacı uygulamasına girenler fark etmişlerdir; en fazla iki yüz yıllık bir dönemi kapsayan kayıtlarda en sık rastlanan hata sanırım ölüm tarihlerinde yaşanıyor, birçok kişi halen sağ görünüyor.
Ortaylı, kendi kişisel tarihi üzerinden de ilginç bir değerlendirme yapıyor: “Osmanlı cemiyeti kadar soyuna sopuna önem veren bir cemiyet az bulunur. Fakat maalesef bunun kayıt altına alınması söz konusu değil. (...) Bugün herhangi bir Avusturya, Alman, Fransız köyünde, bir köylünün soyunu tespit edememek âdeta mümkün değildir. (...) Bebekliğimin geçtiği Alberschwende Kilisesi’nde araştırma yaptığımda (...) o dağ eteğindeki köyde herhangi bir köylünün, beş asır boyunca mükemmel bir şecere çıkaramamasının mümkün olmayacağını gördüm. (...) Doğu dünyasında böyle şeyler yok, böyle müesseseler yok.”

Gılgamış’tan bu yana...
Soya sopa duyulan ilginin, insanın en temel varoluşsal sorunlarından biriyle de bağlantılı olduğunu unutmamak gerekiyor.
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli farklardan biri, ömrünün sınırlı olduğunu bilmesidir. Bu bilgi, Gılgamış Destanı’ndan bu yana, en azından efsanelere, mitolojiye, giderek sanata, edebiyata çeşitli biçimlerde yansıyan ölümsüzlük arayışının temel dürtüsünü oluşturur. Bu arayışın izdüşümlerini, Eski Mısır’ın “Ölüler Kitabı”ndan çeşitli dinlerin “sondan sonrası”na ilişkin yorumlarına kadar geniş bir eskatolojik yelpazede bulmak mümkündür. İnsanoğlunun, ömrün sonluluğuna, zamanın bağımsız akışı içinde kişisel tarihlerin kısalığına bulabildiği cevaplardan biri, kendisini bir soy sürekliliği içinde, hiç değilse birkaç asır boyunca tanımlayabilme duygusu olmuştur. “Soyağacı”nın diğer tüm dini, hukuki, vb. kayıt kaygısı dışında, “evren karşısındaki insan”ı yansıtan böyle bir yanı da var ve sanırım hepimizin derinlerinde bu nedenle ortak bir heyecan uyandırabiliyor.
Peki, soy bilgisinin simgesi niye başka bir şey değil de “ağaç”? Herhalde bunun için de tektanrılı dinlerden çok daha gerilere, insanın da doğanın bir parçası olduğu devirlerin “Hayat Ağacı” figürüne kadar uzanmak gerekiyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Dünya bir sahnedir 1 Nisan 2024
On yıl sonra... 18 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları