Hikmet Çetinkaya

Hüzün çiçeği

10 Nisan 2018 Salı

Denizin bittiği yerde sonu gelmez öpüşlerle oyalanan adam, kömür alevleriyle aydınlanan bir gecede sesleniyordu:
Yelkenlerle, serenlerle dolu bütün bir düş var saçlarında; meltemi beni canım iklimlere, uzayın daha mavi, daha derin olduğu, havanın meyvelerle, yapraklarla, insan derisiyle kokulandığı iklimlere götüren büyük denizler var saçlarında...
Charles Baudelaire’in o kendi yalnızlığı Tahsin Yücel’in o güzelim Türkçesiyle bize ulaşırken, anılar tıpkı güneşler gibi derin denizlerde yıkanıyordu...
Adam o anda saçlarına dokundu kadının... Dedi ki:
Nasılsın hüzün çiçeği?..
Kadın başını öne eğdi...
Belki Pedro Salinas’ı düşünüyor, belki de Sergey Yesenin’in, tanımı olmaz bir sevdanın o yakut gözlerinde buluştuğu anı yakalamaya çalışıyordu adam...
Suskunluk giderek büyüyordu...
Adam bir süre sonra kadının ellerinden tuttu... Artık göz göze gelmişlerdi...
Dedi ki adam:
Sevgilim, kralı karanlık olan bir ülkedir senin saçların, alnın çiçeklerin bir havalanışı...
Kadının yakut gözlerinde bir ışıltı belirdi... Adam devam etti:
Kralların arabasına koşulmuş ak atlardır kalçaların ve has bir ozanın mızrap vuruşlarıdır, aralarında her zaman tatlı bir ezgi...
e.e. cummings’in yüreğini getiriyordu adam kadının avuçlarına; kadının akan memelerinde, nisan güneşi bedeninde, koltuk altlarında ilkbaharın müjdesini haber veriyordu...
O akşam oracıkta bir mevsimden bir mevsime geçiliyordu...

***

Buğulu aynaların, ölmüş alevlerin içinde yine birbirlerine bakıyorlardı...
Adam, sıcak yaz akşamlarını özledi, sonu gelmez öpüşlerle avundu...
Sonra kendi kendine mırıldandı:
Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece / Seçerdim o karanlıkta gözbebeklerini / Mestolur, mahvolurdum nefesini içtikçe...
Kadın umursamaz görünüyor, uçsuz bucaksız bir inciçiçeğinin iki yaprağı gibi Andre Breton’un düşlerini yansıtıyordu...
Adam yerinden kalkarak karanlığın içinde kaybolan yıldızlara seslenir gibi yapıp kadının gümüş bir gerdanlığı andıran ayak bileklerinden öpmeye başladı...
Ve sonra haykırdı:
Saçlarının okyanusunda, içli türkülerle, her ulustan güçlü insanlarla, sonsuz sıcaklığın yan gelip yattığı uçsuz bucaksız bir gök üzerinde ince ve karışık yapılan oymalar gibi beliren, biçim biçim gemilerle kaynaşan bir liman görüyorum.
Saçlarının okşamalarında, güzel bir geminin kamarasında, bir divan üstünde geçmiş, çiçek saksılarıyla serinlik verici testiler arasında limanın fark edilmez yalpasıyla ığralanmış uzun saatlerin bezginliğini yeniden buluyorum.
Saçlarının kızgın ocağında, afyonla, şekerle karışmış tütün kokusunu çekiyorum içime; saçlarının gecesinde, sıcak iklim göğünün sonsuzluğunu parıldar görüyorum saçlarının ince ince tüylü kıyılarında, katranın, miskin, hindistancevizi yağının birbirine karışmış kokularıyla sarhoş oluyorum.
Bırak da uzun uzun ısırayım ağır, kara örgülerini. Ele avuca sığmaz, ferman dinlemez saçlarını dişlediğim zaman, anıları yer gibi oluyorum.

***

Kadın ve adam başka iklimlerdeydi artık...
Güneşler derin denizlerde yıkanıp aydınlık sabahlarda buluşuyordu...
Hüzün çiçeği gülümsüyor, yeni sevdaların boy verdiği ormanlarda değişik günlerin mavi yüzüyle kucaklaşıyordu...
Mutlu olmak onların da hakkıydı...
Bunca acılar, savaşlar yüreklerinde derin izler bırakmasına karşın denizin bittiği yerde sonu gelmez öpüşlerle, havaya, yaprağa, suya, güneşe doğru koşuyorlardı...
Onlar buğulu aynaları, ölmüş alevleri artık hiç umursamıyorlardı...
Onlar insan derisiyle kokulanmış mevsimleri bulmaktan kıvanç duyuyorlardı...
Çünkü onlar insandılar ve insan olmanın onurunu çoktan hak etmişlerdi...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları