Hikmet Çetinkaya

Çığlık...

24 Nisan 2018 Salı

İç çeken bir çocuk dolaşır çevremizde; bir kadın elleriyle büyütür sevdaları; bir adam zamansız sevişmeleri düşler geceleri...
Bir kentin çığlık çığlığa yalnızlığı kuşatır düşüncelerimizi...
Kimi zaman meyhanelerde, kimi zaman sokaklardayızdır...
Bir liman kentini anımsarız, yalpalayarak yürüyen, birbirleriyle şakalaşan, şarkı söyleyen sarhoş gemicilere bakarız hiç soluk almadan...
Uykuların derinliğinde bulduğumuz umutlarla avunuruz, içimize sakladığımız sırları hiç kimseye anlatmayız...
Bir boş vermişliğin içinde çoğalırız, sevdanın yarım kalmış şarkılarını söylemekten çekiniriz...
Vurgun yemiş gibi oluruz bazen, bir kaçışın için de yok olup gideriz...
Ay ışığı bir sevgiyi anlatmaz...
Kör gecelere asılı kalıp dururuz...
Oysa renklerle parlayan geceleri aramalıyız, zırhlı bir yüreği vakitsiz öten horoza benzetmemeliyiz...
Belki de Pedro Salinas’ın bağlarını koparmış kelimelerinde birbirini tanımayan yüzlerle karşılaşmalıyız...
Bir şeyler mırıldanmalıyız, hoş ve güzel şeyler söylemeliyiz; serin ağaçlar altında Paul Eluard’ı okumalıyız...
Gözlerimizi, kirpiklerimizi ve ellerimizi “Sevdanın Saati”ne ayarlamalıyız, “Kapılar tutulmuş neylersin” deyip haykırmalıyız:
Şehir yenilenmiş neylersin
Açlıktır başlamış
Elde silah kalmamış neylersin
Neylersin karanlık da bastırmış
Sevişmezsin de neylersin.”
Gözlerimizdeki o sonsuz yalnızlığı bakışarak görmeliyiz, karanlık bir gökyüzü altında apaydınlık bir boş sokağı bulmalıyız...

***

Hınzır bir gülümsemeyle peşimize takılmıştı yalancı gölgeler...
Aşktan söz etmeye gelmemiştik buralara...
Nicolas Guillen’in direnciydi bizi ayakta tutan...
Artık kin duvarlarını değiştirecektik, havanın saydam duvarlarıyla. Güray Öz’ün “Kurumuş Gül Ağacı”nda mevsimleri toplayacaktık bir bir...
Birisi bağıracaktı, güneş tanrısına:
Nasıl da yanılıyor cellatların Angela l Sert ve ışıltılı bir dokudan yaratılmışsın, / paslanmaz bir atılımdan; / güneşlere, yağmurlara karşı koyarsın, / rüzgârlara, aylara, / karşı koyarsın fırtınalara, / Düşler vardır hani / o düşlerde can verir zaman / ve boyuna türküler yaratır / sen o düşlerin parçasısın.
Belki de sere serpe bir düş gibiydi denizin yüzü, solgun bir akşamdı, çaresiz bir geceydi...
Issız öpüşlerde her ikisinin de sevdaları...
Ay karanlığın içinden çıkıyordu zamana inat, gözleri derinden bir acıyı konuşturuyordu...
Tam o sırada bir sesle irkildi herkes, buz kesildi akan ırmak:
bilinen şeyleri özlerim ben
su, sokakta bir iz, senin gözlerin
bulut uzakta bir yerde
yağmur, çamur, üşümüş ellerimiz
nasıl anlayacaksın ki sen beni, ince endamın ve bitmek bilmez hüznünle”.

***

Bir liman kentinde ışıklar sönmüş, sarhoş gemiciler kamaralarına çekilmiş...
Bir kadın ellerinde büyütmüyor sevdaları, bir adam zamansız sevişmelerden çok uzakta...
Çocuklar bir bir gitmiş topaçlarını oracıkta bırakarak...
Artık çevremiz boş, ay kaçmış, yıldızlar saklanmış bizden...
Şopen Sokağı’nda insanlar kurşuna diziliyor, kayıp yakınları meydanları dolduruyordu...
Neredeydi saçları ay ışığı, kirpikleri mavi olan genç kadın?
Ölüm anını düşünen Attila Jozef alnındaki yangının sönmesini bekliyordu...
Şopen Sokağı’nda çocuklar, kadınlar ve erkekler ağlıyordu...
Portakal yüklü bir yelkenli, Akdeniz’de bulutlara meydan okuyordu...
Rafael Alberti’nin sesiydi rüzgârları yaşatan, umutların yok olduğu yerde birden karşımıza çıkan...
Çelikten kelebeklerin kanatları çoktan kırılmıştı...
Bense her şeyin farkındaydım ve çocuklara, kadınlara ve erkeklere seslendim:
Hepsi yasaklanmış artık / İşte hükümet bildirisi / Rıhtımda avlanmak yasak / Sakın çevirme gözlerini yukarıya / Gökyüzü, bulutlar, maviler yasak / Kimse sizi düşünmez oldu / İşte bayan X kaderiniz unutulmak.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları