‘Anne bana denizi göster’

29 Nisan 2018 Pazar

“Anne beni pencereye çıkar, denizi göreyim...”
Yıllar yıllar önce, İzmit hapishanesinde görüş odasındayım. Karşımda oturan genç kadın utanarak kalktı, kızını kucaklayıp demir parmaklıklı pencereden baktırmaya başladı. Ana-kız beni unutarak bir süre öylece durdular. Demir parmaklığın öte yanında arabalar, sonsuz bir hızla geçiyordu. Uzakta deniz vardı. Anayla kızı yola, arabalara, denize baktılar.
Gülşen anayla kızı dört yaşındaki Sabahat biraz önce İzmit mapushanesinin kadın gardiyanıyla birlikte geldiler bulunduğum odaya. Küçük kız ürkek bakışlarla süzdü beni, anasının eteğine yapıştı. Şok sonra onunla dost olmayı başardık. O zaman istedi denizi görmeyi. O zaman masallar anlattı bana. Mapus bir çocuğun masalları, ben de size anlatacağım.
Sabahat’ın anası Gülşen Turan cinayetten yatıyor. Altı yıl sekiz aya mahkûm. “Benim de kendime göre mutlu bir ailem vardı” diyor gözleri dolarak: “İki çocuğumla yaşıyorduk, Allah’a çok şükür. Kocam işçiydi, Petkim’de. Nazara geldik biz. Bir kötünün kurbanı olduk. Yolunu şaşıran birinin kötülüğüne yandık. Bir gün, o adam kapıma dayandı. O da evliydi. Benden kendine teslim olmamı istedi. Ölürdüm de teslim olmazdım, bıçakla öldürdüm.”
Sabahat, annesi anlatırken başını eğip ayaklarına bakıyor durmadan. Gülşen Turan başını kızının altın sarısı saçlarına gömüyor, ağladığını ben görmeyeyim istiyor. Gülşen Turan yeniden yaşıyor o uğursuz günü. Elleri titriyor, bir sigara uzatıyorum ona, alıyor. “Şu saçlarım bir gecede ağardı bacım, var sen çektiğim acıyı ölç. Her şeyimiz dağıldı. Oğlan dördündeydi kaynanamın yanına gitti, Sabahat o zamanlar iki buçuk yaşındaydı yanıma aldım. Zavallı kızım. Sokakta oynamayı hiç bilmedi. Kocam her hafta gelir ziyaretimize. Namusumu temizledim ben. Ne kocam kötü söz edebilir hakkımda ne de başkaları. Babası bilir bunu, bizi hiçbir şeye muhtaç komaz.”
Sabahat babasından söz edildiğini duyunca iri mavi gözlerini açıp yüzüme bakıyor. Çocuk gözleri değil gözleri. Maviler yaşlı, yorgun. Birden eliyle saçlarını geriye atıp kulağını açıyor. İki altın halka parlıyor kulağında. “Bak” diyor, “babamdan küpe istedim, getirdi. Kolye istedim getirdi, kolyeyi yitirdim ama. Yüzük istedim getirmedi. Ben rüyamda ninemin yanına gittim, küçük köpek büyümüş, ben de büyümüşüm ama küçük köpek daha çok büyümüş, beni şalvarımdan çekip döndürdü”.
Gülşen Turan geldiğinden beri ilk kez gülümsüyor. Kızının konuşması, gülmesi her ana gibi mutlu ediyor onu.
“Buradan çıkınca yeni bir hayat kurmak çetin olacak. Çocuklarım birbirine yabancı. Sonra Sabahat hep kapalı yerde büyüdü, sağlıksız, çekingen...” Sabahat sözünü kesiyor anasının, gene pencereden denizi görmek istiyor, anası onu pencereye çıkarıyor.
“Anne televizyondaki deniz böyle renkli değil. Bu deniz daha güzel. Anne ben bu denize giremem değil mi, televizyondaki çocuklarla oynayamam değil mi, onlar beni kumlarına sokmazlar değil mi?” Gülşen Turan, susuyor, sorusuna yanıt bulamayan Sabahat gözlerini dikmiş bana bakıyor. “Ben bir masal anlatacağım” diyor, “bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde ben ölmüşüm. Ama ölü ayaklarım nerede?”
Not: Bu hafta dostlarımın üstüne yağmur gibi ceza yağdı. Ayşe Öğretmen minik Deran’la birlikte cezaevine girdi. Ben de bu hikâyeyi anımsadım. Bugünlerde beni yeni nesil hukukçuların hangi kitapları okudukları seçimden daha fazla ilgilendiriyor. Şünkü adalet duygusu yazılı kanunları uyarlamaktan çok daha fazla bir bilgelik ister. Soruyorum kaç yeni nesil hukukçu; Suç ve Ceza’yı, Sefiller’i, tamam vazgeçtim, Ömer Seyfettin’in “Diyet” hikâyesini, tamam vazgeçtim, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’nu okudu? Hadi bu sorunun yanıtını hep birlikte verelim?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları