Bizi karşı karşıya getirmek istiyorlar

Barış bildirisini imzaladığı için yargılanan ve şehit ailesine taziye ziyareti yapma 'yükümlülüğü' verilen akademisyen Gülsün Güvenli, "Bu yükümlülük benim için zül değil, ceza değil. Ama ailenin tarafından düşünmeye çalışıyorum. Hisleri ne olacak? Ben yine gideyim o aileyi ziyarete ama ille de bir yükümlülük vermek istiyorlarsa başka tür yükümlülük versinler" diyor.

Yayınlanma: 16.02.2019 - 12:43
Bizi karşı karşıya getirmek istiyorlar
Abone Ol google-news

Gülsün Güvenli, 24 yıllık akademisyen. Galatasaray Üniversitesi İletişim Bilimleri Ana Bilim Dalı’nda öğretim üyesi. Barış bildirisi davalarında, hakkında şehit ailesine taziye ziyareti yapma ‘yükümlülüğü’ verilen tek akademisyen. Bir ailenin acısının ‘cezalandırma’ yöntemi olarak karşısına çıkmış olmasına şaşkın. Kendisinden çok o aileyi düşünüyor. “Bu yükümlülük benim için zül değil, ceza değil. Ama ailenin tarafından düşünmeye çalışıyorum. Hisleri ne olacak? Ben yine gideyim o aileyi ziyarete ama ille de bir yükümlülük vermek istiyorlarsa başka tür yükümlülük versinler. Bunu ben kendi isteğimle yapayım” diyor.

Fotoğraf: Vedat Arık

- İlk önce kararı soralım. Ne düşündünüz o an?

Çok şaşırdım. Bu duruşmalarda zaten şu oluyor. Karar için dışarı alınıyorsunuz, kısa süre sonra kararı söylemek için içeri alıyorlar. Genelde de daha salona tam yerleşmeden ayaktayken karar hemen açıklanıyor. Ben kürsüye geldim, daha avukatlarım kapıdaydı. Kararı söyledi başkan, ‘15 ay hükmün açıklanmasını geri bıraktık’ dedi. Beklediğimiz bir şeydi. Arkasından da şehit ailesine taziye yükümlülüğünü açıkladı. Adı yükümlülük ama ceza olarak gördükleri bir şey. Birkaç saniye, doğru mu anladım diye düşündüm. Hakimin sözünü de keserek şaşkınlıkla “onur duyarım” dedim. Zaten bildiriyi imzalamanın amacı buydu. Çatışma dönemiydi ve ölümlerin durması için çözüm bulunması çağrısıydı bildiri. Bir şehitin taziyesine gitmenin bir ceza olarak görülmesi mantığını anlayabilmiş değilim.

-Duruşma salonundan çıktıktan sonra ne hissettiniz?

Aileyi düşündüm. Bana verilen yükümlülük benim için zül değil, ceza değil, büyük onurla gidip yaparım bunu. Keşke bütün şehitlerin ailelerine gidebilsek, imkanımız olsa. Üzerinden dört yıl geçmiş. Ve aileye, ‘zorla getiriyoruz’ diye sunulacak ister istemez. O ailenin hislerinin ne olabileceğini anlamaya, düşünmeye çalıştım. O çok zor geldi bana, yani aile adına zor geldi. Ayrışıtıcı bir şey diye de düşünüyorum. Sanki nefreti körükleyici bir karar gibi geliyor bana. Hakimlerin takdiri ama sanki o aileyle beni veya benim gibi barış bildirisine imza atmış insanları karşı karşıya getirmek amaç. Bu ayrı bir konu ama hakikaten ailenin tarafından düşünmeye çalışıyorum. Tam da bu gerekçeyle itiraz edeceğiz.

NEDEN İMZALADIM?

-Başa dönelim, bildiriye imza atmanıza...

İfademde de belirttiğim gibi o metni imzalama nedenim, tamamen insaniydi, vicdaniydi. Bir yurttaş olarak, bir kadın olarak ve akademisyen olarak. O dönemde susmak bana ağır gelecekti. Vicdani bir rahatsızlık verecekti. Sonra raporlarla da ortaya çıktı, gerçekten dokunan durumlardı, insanın vicdanını yaralayan. Sorumluluk hissettim, bir vatandaş sorumluluğu hissettim, o yüzden imzaladım. Sorumluları göreve çağıran bir metindi. Tek sorumlu devlet demiyorum ama bunu çözme sorumluluğu öncelikli olarak devletin. Devlete, devletin kurumlarına çağrıydı. Bir yurttaş olarak benim muhatabım devlet. Bunun ifade özgürlüğü kapsamında olduğunu düşünerek imzaladım.

-Dava açılacağını düşünmüş müydünüz?

Hayır. Davanın açılması da şaşırtmıştı bizi böylesine bir suçlamayla.

-Şaşkınlıktan başka hangi duygular ağır basmıştı?

Tabii endişe, korku. Ne olacak, başıma ne gelecek korkusu. Nitekim iki yıldır bir şekliyle tüm akademisyenlerin enerjisini alan bir durum bu. Derslerimize, araştırmalarımıza odaklanmamızı bir şekilde etkileyen bir durum. Savunma yazıyorsunuz, başka çalışmalar yapacağınıza...

- Yargılama pratiğiyle ilgili ne söylersiniz?

İlginç olan şu zaten. Aynı konudan yargılanıyoruz ama farklı ağır cezalarda farklı heyetler yargılıyor bizi. Birleştirme talep ettik reddediliyor. Aslında hepsinin tek dosya olması lazım. Hakimler arasında da farklı kararlar çıkıyor, o yüzden şaşkınız. Bazıları 301’in yanıtını bekliyorlar Adalet Bakanlığı’ndan. Kimi de böyle cezalar veriyor. Aynı metinler aynı iddianame ama farklı kararlar çıkıyor. İfadelerimiz ve savunmalarımız otomatik artık. Heyetler de herhalde yoruldu artık aynı şeyi yapmaktan. Biz ifadeyi verdikten sonra savcının mütalaa vermesi için biraz zaman lazım. Ama o an oradan kopya mütalaa çıkıyor. Bilmiyorum, hukuk böyle mi işlemeli?

- Sonra ne olur?

Açıkçası belirsiz. Hissettiğim dönemin iklimine göre değişen bir karar olacak gibi geliyor. O dönemin iklimi ne olacak onu bilemiyoruz. Benim davamın kararı belli artık bundan sonra beş yıl zorla susma hakkımı kullanarak devam edeceğim.

AÇIKLAMAK ÇOK ZOR

-Akademisyen davalarının yurtdışında yankısı nasıl?

Yabancılara bunu açıklamak çok zor. Meslektaşlarımız var, Fransa üniversiteleriyle ilişkili olduğumuz için. Soruyorlar tabii açıklaması çok zor.

- Türkiye’de nasıl yaşıyorsunuz diye soranlar vardır...

O çok soruluyor. Ben liseyi bitirdikten sonra 1981 yılında Fransa’ya okumaya gittim ve 12 yıl kaldım. Sosyoloji okudum. Tarih doktorası yaptım. Sonra döndüm. Herkes, niye döndün dedi. Ülkeme döndüm. Yuvama döndüm daha ne olabilir ki... Şimdi de niye gideyim. Burası benim ülkem. Döndüğüme hiçbir zaman pişman olmadım. Ben döndüğümde Türkiye böyle bir iklimde değildi ama yine de dönerdim.

- Herkes gitmekten söz ediyor. Bazen, ‘herkes gitti de bir biz mi kaldık’ diyorum...

Öğrencilerimiz, özellikle gençler ne yapıp edip üniversiteyi bitirir bitirmez yurtdışına gitmek istiyorlar. Lise mezunları bile. Frankafon liselerden gelenler, Fransa’ya gitme olanağı daha kolay ve üniversite ücretsiz olduğu için akın akın gitme yolundalar. Bu son birkaç yıldır gözlemlediğim bir şey. Ben öğrencilere hep, ‘önce burada okuyun sonra yüksek lisans için ufkunuzu açmak istiyorsanız gidin’ derdim. Şimdi kendiniz bilirsiniz diyorum.

-Akademisyenlerin belli medya organlarından sürekli hedef gösterilmesi söz konusu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

İlk dava açıldığında, bir gazetenin internet sayfasında hepimizin fotoğrafları konmuş. Çok kötü bir başlıkla. Hedef gösteren bir başlıkla. Uzun süre o fotoğrafın nerde çekilmiş olabileceğini düşündüm bulamadım. İnternette öyle bir fotoğrafımın olduğunu bilmiyordum. Hakkımdaki karar da ilk olduğu için çok ilgi çekti. Sürekli bir yerlerde fotoğrafım yayınlamıyor, bazıları sorup onayımı alıyor. Bir gazetede çok sinirli pozumu yakalamış, özellikle onu koyuyor. Daha tarafsız haber verenler nötr. Annem için endişe ediyorum. 90 yaşında. Bu konuyu söylemedim ona. Zaten çok endişeliydi. ‘Tamam beklediğimiz oldu’ dedim. Haber olacağımı bilmiyordum bu kadar. Gözü iyi görmüyor ve gazete okuyamıyor. İyi ki... Yoksa çok paniklerdi. Ablam Fransa’da. Ona arkadaşları söylemiş, o panik içinde beni aradı. ‘Kalk buraya gel’ diyor.

BELKİDE AMAÇLANAN ENDİŞE YAŞAMAM

- Başınıza kötü bir şey gelmesinden endişe ediyorlar...

Sokakta birisi bu haberlerden etkilenip üzerime yürüyebilir. Gördüğünüz gibi ufak tefek de bir kadınım en ufak fiskede yere düşerim. Bunun örneklerini çok gördük. Zaten en azından bu endişeyi bana yaşatmak belki de amaçlanan. Bu kaygıyı taşımam isteniyor belki de yapacak bir şey yok. Sokağa da çıkacağım, derslerime de gireceğim. Bu yayınlar, özellikle yapılan bir şey.

- Medya üzerine araştırmalar yapıyorsunuz. Ne durumda medyamız?

Medyanın çok ciddi bir sorunu var. Kadın cinayetlerinde, bu hikayede ya da başka bir konuda olsun. Gazetecilik ilkelerinden gitgide uzaklaşıldığını gözlemliyoruz. Bu yüzden öğrencilerimiz gazeteci olmak istemiyorlar. Sadece yandaş basın yapmıyor, bazen muhalif basın da bunu yapıyor. Gazetecilik eğitiminin çok daha ciddiye alınması ama şu an gazetecilik yapanların da eğitilmesi lazım. İşin içinde olanların da sürekli yeniden yeniden eğitilmesi gerekli diye düşünüyorum. Bu bir hastalık. Kanıksanmaya da başlandı. Ama bu demokrasiye de zarar. Demokrasi sadece iktidarlardan gelmiyor. Onların bize tepside sunduğu bir durum değil herkesin dikkat etmesi, duyarlı olması gerek.

-Türkiye demokrasisi ne durumda sizce?

Çok büyük sorunlarımız var. En başta ifade özgürlüğü... Akademide bile örneklerini gördük. Derste hocasının konuşmasını kayda alıp şikayette bulunan ve yaptırım uygulanan durumlar gördük. Bir akademisyen dersinde tabii ki bir şeyin propagandasını yapmaz ama farklı görüşleri sunmakla yükümlüdür. Öğrenci bütün fikirlerden, bütün bilgilerden süzer kendisi bir değerlendirme yapar. Ben sözümü sakınacaksam yorum yaparken, öğrenci sözünü sakınacaksa, ufuklar nasıl açılacak? Kamusal alanda bütün bilgiler bir araya gelebilmeli, tartışmaya açılabilmeli, demokraside herkes kendine göre bir kanaat oluşturmalı. Üniversitelerin yeterince gelişmediğinden söz ediliyor. Akademi bunu sağlayamazsa, neresi bunu sağlayacak? Gelişebilmesi için bu ortamın yaratılması gerek.

KADINLAR ÇALIŞAMAZSA...

-Son olarak kadınlara dair neler söylersiniz? Bu konu da çalışma alanınız...

Nafaka konusu gündemde, şunu söyleyeyim. Eğer erkek, evliyken, kadının çalışmasını engelliyorsa, ekonomik gücünü kazanmasına, ayakları üzerinde durmasına olanak tanımıyorsa, genelde ‘otur evde’ diyorlar, eğer çocuk sahibi olduktan sonra kadın işinden ayrılmak zorunda kalıyorsa çocuğunu bırakacak yer bulamadığı için, belediyeler, devlet, kurumlar, kreşler açmıyorsa, kadına çocuklu olarak çalışma imkanı sağlayamıyorsa, işyerlerinde kadınlar erkeklerle eşit ücret almıyorsa, o zaman evet eş, ayrılırken nafaka verir. Bu koşullar sağlanırsa kadının boşanırken bağımlılığı olmayacak kocasına. Ama kocası engelliyor çoğu zaman çalışmasını. Eğitimli kadınlarda bile bunu gözlemliyoruz. ‘Yabancıya baktıracağımıza otur sen bak çocuğa’ diyor. Boşanma anı geldiğinde ne yapacak bu kadın? Emekliliği yok, iş dünyasından uzak, yeniden işe girmesi zor, çevresi eğitimi olmayan kadınların işe girmesi iyice zor. Ne yapacak? Çocuklarıyla bu kadınları açlığa mahkum ediyorsunuz demektir.

- Şartlar sağlanırsa zaten nafakaya ihtiyaç olmaz diyorsunuz...

Bir de şu var. Kadın evde, kocası akşam geldiğinde hazır yemek var, çamaşır yıkanıyor, ev temiz, çocukların bakımı sağlanmış. Erkek bu koşullar sağlandığı için dışarda rahatlıkla para kazanıyor. Sosyal demokrasinin gelişkin olduğu ülkelerde ev kadınlarına bu nedenle maaş bağlanmaya başlandı. Çünkü o da üretime dolaylı da olsa katkıda bulunuyor. Çünkü kocası onun sayesinde üretime katkıda bulunuyor. Bunlar gözardı ediliyor. Çok büyük bir çarpıtma var. Nafaka itiraza açık. Uygulamada zaten düzenli ödenmiyor. 300,500, maksimum bin liradan söz ediyoruz. Gazetelerde ünlülerin nafakası konuşuluyor. O da kasti bence. Erkekler birkaç örnekle kışkırtılıyor. Kadınlara yönelik ciddi bir şiddet var. Şiddete hep bahaneler üretiliyor. Mesela adam cinnet getirmiş... Araştırmamızı yaparken öldürülen kadınların çevreleriyle görüşmeler yaptık yedi farklı ilde. Hepsinin hikayesi aynı. Öncesinde çok ciddi şiddet var, kadın yalnızlaştırılıyor, ailesi destek vermiyor, bahaneler uyduruluyor, polise gitmiş ‘aile işi’ denmiş gönderilmiş... Cinayet öyle bir günde olmuyor. Failler o kadar iyi öğrenmişler ki... Bir cinayette şöyle bir örnek vardı. Adam eşini öldürmeden önce, yine bir kadın cinayetinde verilen indirimin olduğu gazete kupürünü buzdolabının üzerine asmış, ‘seni öldürürüm 5 yıl sonra zaten dışardayım’ demiş. Haberlerde de sürekli katilin polise verdiği ifade temel alınıyor. Bu da erkeklere daha çok güç veriyor...

 


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler