Biz akademisyenler fildişi kulelerde mi saklandık

11 Eylül 2018 Salı

2018 yazına girerken İstanbul Üniversitesi’nden, İTÜ’den, Boğaziçi’nden, Marmara’dan belki 50, belki 60, çoğu emekli profesör, Prof. Zeyyat Hatipoğlu’nun Fatih Camisi’ndeki cenazesinde beraberdik.
Adeta, son 50 yılın Türkiye’yi etkileyen iktisat ve siyasetin profesörler kadrosu, belki de ilk defa bu ölçekte toplanmıştık. Hatipoğlu’nu çok sevenler, az sevenler, fikren karşı ya da yandaş olanlar, herkes oradaydı. İnsan olarak çok sevilen bir hocaydı.
Mustafa Aysan’dan Atilla Gönenli’ye, Ekrem Keskin’den Zafer Tunca’ya son 50 yıldır çok yakından tanıdığım meslektaşlardı. Kimilerimiz sadece üniversitede kalmış, kimilerimiz bakan, vekil, genel müdür, danışman, hatta işadamı olmuştuk. Kısacası son 50 yılda “düşünsel ve uygulamalı etkinlikler olarak” bu ülkenin gidişatını etkilemiştik.
Bütün bunlar aklımdan geçerken çevremdeki dost topluluğuna elimde olmadan konuşmaya başladım: “Sevgili dostlar, sevgili arkadaşlar, acaba biz, kendi fildişi kulelerimizde bilinen klasik iktisadı yarım asır boyunca öğrencilere anlatırken, kitaplarımızda yazarken, konferans ya da şirketlerde yönetici olarak sorumluluk alırken neler yaptık, neler yaptırdık da Türkiye’yi 2018’deki bu noktaya getirdik?”
Fildişi kulelerimizde kendi kendimizi mi tatmin ediyorduk?
Evet, uygulamada 1961 çağdaş ve demokratik anayasamızı hazırlayan Sıddık Sami Onar, Mümtaz Soysal gibi akademisyenler uygar ve çağdaş olmanın yolunu açmaya başlamışlardı: Neden 1961 Anayasası’nın devamını sağlayamadık, 12 Mart, 12 Eylül faşist, Amerikancı ve Yeşil Kuşakçı darbelere yeterli tepkiyi veremedik, onu durduramadık? Evet, karşımda hazır 10 ya da 20 yıldır göremediğim akademisyen dostları bulmuşken bu yüzleşmeyi onlarla paylaşmak istemiştim. Bu hepimiz için son 50 yılın akademik özeleştirisi idi.

Gerekenler ve fiili sonuçlar
Fildişi kulemizde sadece nelerin yapılması gerektiğini söylemenin hiçbir anlamı yoktur. Demokrasi, özgürlükler, toplumsal refah “fiili sonuçlarla ortaya çıkar”.
İç ve dış politikada, yapılması gerekenlerin fiilen yapılabilmesi için şunları da anlatmamız ve yapmamız gerekmiyor muydu:
- Katılımcı demokrasi, ancak “katılacak olanların toplumsal örgütlenmeleri ile olur”.
- Çünkü örgütlenme, “örgütlenen insanlara iktisadi ve siyasi güç verir”.
- Bu güçlü örgütlenmelerin katılımı ile “katılımcı demokrasi ortaya çıkar”.
İşçi, çiftçi, memur, esnaf ve hatta işveren, bu örgütlenmeler sonucu katılımcı demokratik düzen içinde yer alırlar. Fransa’da, Hollanda’da ya da İsveç’te olduğu gibi.
Bütün bunları yazmak ya da anlatmak yetmiyordu; çiftçiye, işçiye, esnafa fiilen giderek onlara, “kendi çıkarlarını korumak için neden örgütlenmelerinin kaçınılmaz olduğunu haykırmak gerekiyordu”. İşte üniversitelerimiz (ve akademisyenler) bunu yapamadılar: sadece fildişi kulelerinden konuştular.
Aynen, “Köy Enstitüleri” ile ilgili en kapsamlı çalıştayın 10 gün boyunca geçen yıl, Bodrum’da Dibeklihan Sanat ve Kültür Köyü’nde yapılması gibi: üniversitelerimizin yerine başkaları yaptı. Bu çelişki ve gariplikler aslında, Atatürk Türkiyesi’nin bugün geldiği (ve getirildiği) düzeyin de bir aynası olmuyor mu?
Yapılması gerekenleri, “yapması gerekenler yapmıyor, yapamıyor”, bu yüzden de “durumumuz ve rejimimiz” bu noktaya geliyor.
Üniversiteler (ve hocaları) gerekenleri yapmayınca FETÖ’cüler ve imamları ortalığı doldurmuş olmuyorlar mı? Adnan ‘Hoca’lardan Gülen ‘imam’lara kadar...
Kimi (akademisyenler) de bu meczuplara destek bile vermediler mi...

***

Cumhuriyet’te eski dostlarla yeniden beraber olmak ne güzel...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları