Zafer Arapkirli

Kırılma noktası

28 Ocak 2019 Pazartesi

Geçen cuma akşamı, İstanbul’da bir havaalanı terminalinde hüzünlü bir vedalaşma vardı. Bir arkadaşım, canının parçalarını, kardeşi ile eşini bir taşra kasabasına uğurladı. Biri 63 diğeri 72 yaşında iki insan. Emekli ikisi de. Doğup büyüdükleri, anne ve babalarının doğup büyüdüğü, neredeyse yüzyıl geriye kadar iliklerine kemiklerine, genlerine işlemiş şu canım şehirden, İstanbul’dan göçmek zorunda bırakıldılar.
“Zorunda bırakıldılar” derken, aslında kibarlık ediyorum. Aslında düpedüz “kovuldular” bu kentten, kendi topraklarından. Öyle klasik bir “Abi sıkıldım bu şehirden artık. Yoruyor beni buranın harala gürelesi. Yüksek binalar üzerime üzerime geliyor. Gidip bir sahil kasabasına çekileceğim. Emekliliğin keyfini orada yaşayacağım. Mis gibi deniz kokusu, temiz hava, daha güzel insanlar...” kaçışı değil bu. Resmen “Ekonomik olarak duvara toslamış olmanın, üç kuruş emekli maaşı ile bırakınız kirayı, en basit harcamalarını bile karşılayamıyor olmanın kaçışından” söz ediyorum.
Geride, gözleri gibi baktıkları ve bir saniye dahi ayrılığa tahammül edemedikleri ciğerlerinin parçası evlatlarını, gelinlerini, 1.5 yaşında bir torunu, gözyaşları içinde bırakarak.
Bildiğin “kovdu” bu şehir onları. Daha ötesi var mı?
Toplam 135 seneye baliğ hayatları boyunca, ciltler dolusu, albümler dolusu anı biriktirdikleri bu şehir, tabii aslında bu şehri işgal eden hırsızlık, nobranlık, sömürü, talan, işsizlik, hırtlık, hışırlık ve medeniyetsizlik, ama en önemlisi de açlık tehlikesi sonunda söküp attı onları buralardan.

Kaçan kaçana
Daha 2 hafta önce, bir başka arkadaşım kendisi gitti. Yine aynı havaalanından uçağa binip aynı taşra kasabasına göç etti. Pılısını pırtısını bile toparlayamadan. O ki, para-pul mal-mülk sahibi bile sayılabilir. İşadamı yani. O da, iş yapamadığı için ve iş göremeden bu şehirde yaşamaya gücü yetmeyeceği için, mütevazı bir kira ödeyerek oralarda sürdürecek yaşamını. O da, 1950’lerde Balkanlar’dan buralara “daha iyi bir yaşama” kaçmış göçmen bir ailenin çocuğu. Sıra, İstanbul’dan kaçmakta yani.
Hemen her gün, buna benzer haberler ve “kaçış öyküleri” duyuyorum kendi yakın çevremden. İngiltere’ye, Kanada’ya, Hollanda’daki yakınlarının yanına, zamanında vatandaşlığı aldıkları Almanya’ya, hatta ve hatta Bulgaristan’a, taze Avrupalı Kosova’ya filan.
Haftanın 7 günü en az 77 kez çalıyor telefonum, “Abi, sen bu sektörde eskisin çok tanıdığın vardır. 6 aydır, 1 yıldır işsizim. Sizin oraya adam lazım mı?” diye.
Bizim piyasanın en yüksek kalibreli en imrenilecek kariyerli adamların biri olan, ama 8 yıl (dile kolay sekiz yıl) işsiz aşsız dolaştıktan sonra kahrından ölen can dostlarımdan birini Karacaahmet’te toprağa verdiğim günü, dün gibi hatırlıyorum. Üzerine attığım toprağın kokusu elimden gitmedi hâlâ…
Sadece insanlar değil, şirketler, holdingler, bankalar can çekişmekte. Herkesin dilinde bir “Kurtulma, kurtarma, can simidi, can suyu, nefes aldırma, çaresizlik” öyküsü.

C’li bir yaşamın izleri
Öte yandan, radyoyu, TV’yi her açtığımızda ilk haberin ilk cümlesinin ilk harfi hep (adı lazım değil) “C”. Hep onunla başlıyor haber bültenleri. Hep onun haykırmaları. Azarlamaları, parmak sallayışları, tehditeri, had bildirmeleri. Yukarıdan aşağı, soldan sağa, çaprazlama, her yanımız “C’li bir yaşam
Semt pazarında cumartesi akşamı rastladığım 70 yaşlarında bir hanımefendi, kenara mavi bir plastik kabın içine atılmış domates, kabak ve lahana artıkları (evet artıkları) arasından filesine bir şeyler dolduruyordu. Pazarcıya fiyatını sordu. “Beleş abla onlar. Ama hepsini alma başkasına da kalsın” dedi utanarak.
Belli ki o hanımefendinin “Bir taşra kasabasına kaçış planı” yapacak hali bile yoktu yukarıda anlattığım tanıdıklarım gibi. Eve gidip muhtemelen TV’yi açıp “C”yi dinlerken yarın sabah ödemek zorunda olduğu faturaları, batak kredi kartı borcunu, kapattığı doğalgazın yerine almak zorunda kaldığı kömürün-odunun fiyatını düşünecekti.
Bakın, bu örneklerin hepsini İstanbul’dan verdim. Sinop’tan Mersin’e, Bitlis’ten Kırklareli’ne, Manisa’ya, Erzincan’a Arapgir’e kadar her yerden buna benzer “çapraz öyküler” anlatılabilir, sayfalar-ciltler doldurulabilir.
Ama öte yanda birileri “Kimi nereden aday gösterirsek kimi incitir kimi incitmeyiz; kimin gönlünü edebilmek için; kimden üç tane daha fazla oy alabilmek için” hesapları ile mesai harcamakta.
Bir testiye benziyor memleket. Her yanı çatlamış.
Henüz “kırık” olmadığı için acımıyor. Sızlıyor.
“Kırılsa duramazsın zaten..” derler ya. Öyle.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Mektep... 29 Aralık 2021
Yandaşlık zor zenaat 24 Aralık 2021

Günün Köşe Yazıları