Çiğdem Toker

AOÇ için Sayıştay’ı neden umursamadınız?

27 Ağustos 2017 Pazar

AOÇ (Atatürk Orman Çiftliği) alanı, yıllardır mütecaviz bir talan altında.

Atatürk’ün, 80 yıl önce Hazine’ye halka hizmet koşuluyla bağışladığı AOÇ, iktidar iktidar, taksit taksit, parsel parsel, dolana dolana darmadağın edildi.

Sözcü’nün gündeme taşıdığı Balgat’taki arazinin ABD Büyükelçiliği’ne satışı, bir hukuk cinayeti.

Üzerinden dört yıl geçmiş bu satıştaki “hülle”, muvazaa, yasayı dolanma ve müteahhitlik firma ödemelerinin girdiği karmaşık bir tablo var ortada.
Şimdi; olayın peşine düştü, Gazi Üniversitesi ve TOKİ yetkilileri hakkında suç duyurusunda bulundu diye Mimarlar Odası hedefe konuluyor.
Belki unutulmuştur. AKP’li bakanlara, yetkililere bir hatırlatma yapalım.
Bu ülkede TBMM adına devletin bütün kurumlarını denetleyen, daha açık bir anlatımla halkın vergilerinin nasıl harcandığının hesabını anayasal olarak soran bir kurum var.

Adı Sayıştay.

İcraatınızı eleştiren herkesi hedef tahtasına koyup “algı operasyonu” ezberiyle mahkûm etmeden önce, hepimizin adına denetim yapan Sayıştay raporlarına neden kulak vermediğinizi açıklamalısınız.
2011 tarihli AOÇ raporunun 42 ve 43. sayfalarına mesela. Modern tıp eğitiminin gerçekleşmesi için Gazi Üniversitesi’ne 1983 yılında devredilmiş bu devasa (396 bin 312 metrekare) AOÇ arazisinin, TOKİ’ye hukuksuz satıldığını, bu satışta Kuzu İnşaat’ın ödemesinin ne anlama geldiğini, TOKİ’den geri alma işlemlerinin başlatılması gerektiğini taa yedi yıl önce (Çünkü 2010’da da yapılmış bu tespit) raporlayan Sayıştay’ın uyarılarını neden ciddiye almadığınızı bir açıklarsanız çok makbule geçer.

O arazinin ABD mülkiyetine geçmesinin nasıl hukuki, nasıl yasaya uygun olduğunu da açıklarsanız memnun oluruz.

Ortada AOÇ kuruluş yasasının 9. maddesi dururken (devlet malı) TOKİ ile ABD Büyükelçiliği arasında imzalanan gayrimenkul satış protokolünün nasıl imzalandığını yani.

Atatürk’ün vasiyeti adına soruyoruz.

Hazine’ye devretme koşulu olan halka hizmette bahsi geçen halk adına.

 

 

Sur’a kıymak

Sur bir kültürel miras. Yedi bin yıllık insanlık tarihi. Kürtlerin, Ermenilerin, Keldanilerin, Süryanilerin kadim kenti. Bu topraklardaki ortak tarihimizin parçası. Sur’un çevresi bariyerlerle çevrili. Orada yaşayan aileler evlerinden zor kullanılarak çıkarılıyor.
Sur’dan çığlıklar yükseliyor. İktidar buna kentsel dönüşüm diyor. Ama orada yaşayanlar istemiyor bu dönüşümü. İktidarın “dönüşüm” dediğinin Sur halkındaki karşılığı, evlerine 26 bin TL değer biçilmesi (BBC Türkçe), iş makineleriyle, greyderlerle binlerce yıllık sokaklara hoyratça girip yıkmak demek. Yeni konutlar ile hatıraların, hafızanın paramparça edilmesinin adıdır bugünkü kentsel dönüşüm.

Evlerinden çıkmaya direnen Sur sakinlerine zor kullanılışını, attıkları çığlıklara güvenlik güçlerinin “rahatlığını”, dahası eşyalarının ellerinden alındığı görüntüleri sosyal medyada izliyoruz.

Yeni sahipleri, hesabı, milyonları, milyarları hakedişleri bugünden belli iktidar destekli bir inşaat katliamına “kıymayın” diye seslenmenin naifliği ise ortada.

Akın Olgun’un deyişiyle “sesini bulamayan her çığlık, kendi kahrında tüketir kendini”.

 

Kızılırmak suyu zehirliyor mu?

Kamu yatırımları halkın vergileriyle yapılır. Yolu, yöntemi, yaptıranı farklı olsa da bu böyledir. Dolayısıyla Ankara’nın suyunun getirilmesi de öyle. Suyu getirenin Büyükşehir Belediyesi olması, içme suyu yatırımlarının toplanan vergilerle yapıldığı gerçeğini değiştirmiyor. 10 yıl önce başkentin gündemine büyük tartışmalarla giren Kızılırmak suyu, bugünlerde yeniden konuşuluyor.

Nasılsa Başkan Melih Gökçek, eleştirel her yazıda, haberde olduğu gibi bu satırları da kendi klişesine dönüşen “ideolojik yaklaşım” ön kabulüyle okumaya hazırdır.
Biz yine de Onkoloji Hastanesi’ne son günlerde mide bulantısı, kusma ve ishal şikâyetleriyle giden hastalara doktorların “şehir suyunun” bile bu şikâyetlere yol açabileceği bilgisini verdiğini not düşelim. Çünkü şebeke suyu şüphesi başka şeye benzemez.

Adı bende saklı bir okurum, geçen hafta yukarıdaki şikâyetlerle gittiği hastanede, doktorun kendisine “pek çok hastanın benzer yakınmalarla geldiğini, bunun salgın olduğunu söylediğini” aktardı. Okurumdaki belirtiler enfeksiyona benzemesine karşın, kan tahlili sonuçlarında enfeksiyon bulgusuna rastlanmamış. Doktorlar, yemede içmede kullanılan tabak bardağın yıkandığı suyun bu rahatsızlığa sebep olabileceğini söylemiş. Ağustos içinde benzer şikâyetlerle pek çok hastanın geldiğini eklemiş.

Okurum üç serum ve bir ağır kanser hastalarına verilen mide bulantısı ilacı ile hastaneden çıkabildiğini söylüyor.

Sözün özü; bileşiminde, insan sağlığını tehdit edecek birimler bulunduğu kaç kez raporlanan Kızılırmak suyunun halk sağlığına dönük tehdidi yeniden gündemde. Bu arada, ta 2007’de konuşulan can alıcı konu ve beraberindeki soru:

Kızılırmak’ın alternatifi olan Gerede suyunun getirilmesi gibi bir proje devlet envanterinde duruyorken yatırımı bunca yıldır neden hayata geçirilmez?
Paketlenmiş su piyasasının göz kamaştıran “dinamizmi” mi, DSİ’nin kusuru mu?

 

Köprüler yaptırdım

Boğaz Köprüsü ile Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, “eski Türkiye” zamanında kamu kaynaklarıyla yapılmıştı. Ne Yap-İşlet-Devret vardı o zamanlar, ne Hazine garantisi.
3. Köprü ile Osmangazi Köprüsü, AKP’nin “yeni Türkiye”sinde, “bu millete hediye” olarak yaptırıldı.

Üstelik, “bu milletin cebinden beş kuruş çıkmadan”.

Önümüz Kurban Bayramı. Tatil uzun...

Hangi Türkiye’nin köprülerinde “bedava geçiş” uygulanır?

Küçümsenen “eski Türkiye”nin kamu kaynaklarıyla yaptırılan köprülerinde mi, “bu millete hediye” yeni Türkiye’nin köprülerinde mi?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Hoşça kalın 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları