Aydın Doğan anısı

01 Nisan 2018 Pazar

Doğan Medya’nın satılması üzerine, sevinç naraları atanlar, oh olsun diyenler, bundan ben ne çıkar sağlarım hesaplarına girenler, yargıç kesilip Aydın Doğan’ın sevaplarıyla günahlarını tartışmaya açanlar ve daha niceleri... Onlar, birbiriyle yarışadursun... Benim için bu satışın tek anlamı vardı: İktidarın tüm medyayı ele geçirme, kendine biat ettirme çabasında bir adım daha!
32 yıllık “Milliyet” yaşamım var benim... Bu 32 yıl boyunca o gazete “benim” sanıyordum. Patron bendim. Sanki... Tek sorumlu benmişim gibi çalıştım... Kovulduğum gün idrak ettim ki ilk 12 yıl patronum Ercüment Karacan; son 20 yıl patronum Aydın Doğan’mış meğer... Geçelim...
İşte en sevdiğim Aydın Doğan anım.

***

Abdi İpekçi öldürülmüş... “Milliyet satıldı... satılıyor...
Ercüment Bey’e soruyorum...Gerçek mi bu söylentiler?
Zeynep’cim Milliyet her gün, her yerde satılıyor. Tam yüz kuruşa...” diyor. Gözümüzün içine baka baka böyle söylüyor... Geçelim.
Sonra bir gün gazetenin satıldığını öğrendik... Aydın Doğan adlı birine...
O günden beri herkes birbirine “Kunta Kinte” diyor... Namık Sevik söylemişti ilk: “Şu kadar, bu kadar hisse, derken, hepimiz Kunta Kinte gibi toptan satıldık... Artık hepimiz birer Kunta Kinte’yiz...
Bu “Kunta Kinte” lafı, gazetede çok tuttu...(Alex Hailey’in ünlü “Kökler” adlı eseri, duygu sömürüsüne dayalı bir televizyon dizisi olarak o sıralar hepimizi, salya sümük televizyona kenetlerdi.)
Yeni patron Babıâli’ye “dışarıdan” geldi diye neler neler anlatılıyor. İçerden dışarıdan, ben işime bakarım...
Yeni patron geldi. Ercüment Bey’in odasına yerleşti. Herkesle tanıştı.
Derken 12 Eylül!
Faşist darbe silindir gibi üzerimizden geçti. Baskı, işkence günleri...
İlk görüşmemizde Aydın Doğan, Akal Atilla ve beni odasına çağırmış “Meğer ben Milliyet’i satın alırken yanında Sanat Dergisi’ni de satın almışım. Sordum soruşturdum, çok prestijli bir dergiymiş. O dergiyi siz çıkarırmışsınız... Ne dersiniz, yeniden yapabilir misiniz?” demişti.
O günden sonra ne zamandır karşılaşmamış, konuşmamıştık.
Ama bir gün... Çaresizlik içinde kıvranırken, yolumuz yine onun odasına düştü... İşte beni hiç ama hiç terk etmeyecek bir öykü:

***

Türkiye’nin önde gelen film yönetmenlerinden biri, yine bir arkadaşımız, hapiste...
Yönetmenin karısı, yazar arkadaşımız, zaman zaman bize dergiye de yazıyor. Evde yeni doğmuş bir bebek...
Bilenler bilir, hapistekine bakmak, masraflı iş... Evde beş kuruş yok, arkadaşımız çok zor durumda... Bizden dergiden yazı başına aldığı para gülünç... Ne yapabiliriz diye kafa patlatıyoruz...
Sonunda karar verdik: Akal’la birlikte gidip yeni patronla konuşacağız. Kendisini daha yeni tanıdık. Sanat Dergisi’ni çıkardığımız için bize “sanatçılar” diyor, hiçbirimizi fazla tanımıyor, ama olsun, başka çaremiz yok...
Aydın Bey’in odasındayız.
Uzun uzun hapisteki yönetmeni anlatıyorum... Eyvah, onu tanımıyor!
Uzun uzun yazar arkadaşımızdan söz ediyorum... Eyvah, adını hiç duymamış!
Tam bebeği de anlatsam mı derken, Aydın Bey yerinden kalkıyor, yan bölmeye geçiyor, bir dakika sonra elinde bir zarfla geri geliyor. Zarfı uzatırken,
Sözünü ettiğiniz bu insanları tanımıyorum, ama bana gelip bu sorunu açtığınıza göre...” diyor... Sonra elinde zarfı uzatarak, “Bunu yazar arkadaşınıza verin” diyor.
Ağzım açık kalakaldım. Teşekkür sözcükleri geveleyerek, odasından çıkıyorduk ki, “Bir dakika” deyip bizi durdurdu. Şöyle dedi:
Sakın buna karşılık, yazar arkadaşınızdan yazı falan istemeyin. Hapisteki kocası ve çocuğu daha önemli, şu anda yazı düşünecek durumda değildir. Zarfı verin ve sakın ona bunu bir daha hatırlatmayın. Siz de unutun.
Ben, o gün bugün, bu “küçük” olayı hiç unutmadım...
Teşekkürler Aydın Bey bu anı için!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları