Demir Kapı Kör Pencere / 11

21 Ekim 2008 Salı

İstemeye istemeye B-1’e

Uzun müzakerelerden sonra, istemeye istemeye, bütün siyasiler oraya gidiyoruz. İlk izlenim felaket. Siyasilerden herkesin çok sevdiği, elinde bomba patladığı için gözleri görmeyen Necdet, koğuşa girdiğinde arkadaşlarına soruyor:

- Nasıl bir yer?

Atılıyorum:

- Bir kez de görmemenin avantajını yaşa Necdet.. bırak anlatmasınlar.

Necdet, resmî tanımlamaya göre güya terörist, elinde bomba patlamış, gözleri görmüyor. Ama Necdet şimdiye kadar gördüğüm en duyarlı, en insancıl, en beyefendi insanlardan biri. Onu herkes seviyor, sayıyor. Haber saatinde BBC istasyonu radyodan aranırken, gözleri görmediği için midir, doğal duyarlılığının yansımasından mı bilmem, Necdetin hassas elleri ve kulakları, hepimizden iyi buluyor BBCyi.

 

Müjde Ar'ın kombinezonu

Necdet, Erdal Atabekin üstündeki ranzada yatıyor. İnsan sıcağında ona bir bölüm ayırmış olan Erdal Ağabey, Bir gün yatağa çıkışını ve inişini duymadım, bir gün uyurken üstümdeki ranzadaki varlığını hissetmedimder.

Necdete arkadaşları gazete okuyorlar hep, o da bütün duyargaları açık dinliyor.

Bir sabah, onları uzaktan izliyorum. Gazetelerden biri okundu bitti, Necdet,

- Dilerseniz bir de ilaveye bakalım, dedi.

Sonra sordu: Ekte ne var?

Müjde Arın resmi, diye yanıtladı arkadaşı.

Necdet üsteledi: Üstünde ne var?

- Bir kombinezon, yanıtını alınca sesinde hafif bir titreme ile yine sordu:

- Bacakları da görünüyor mu?

Necdet ile daha geçenlerde telefonla konuştuk. Almanyada yaşıyor, evlenmiş, boyundan büyük bir oğlu var. Fotoğrafını e-mail ile göndermiş, orada körlere ders veriyor şimdilerde.

 

Harabeden ev sıcaklığına

B-1 kapısından ilk girdiğimizde, görmeyeni, görmediğine şükrettirecek durumda idi. Barışçılar, hepsi de solda olan çeşitli fraksiyondan arkadaşlar, hep birlikte el ele vererek, çok kısa bir sürede, yepyeni bir koğuş, bir ev, bir yuva yaratıldı. Bunda Erdal Atabekin organizatörlüğü ve öncülüğü, gençlerin yılmayan azimleri ve disiplinleri başrolü oynadı. Koğuş baştan aşağı temizlendi, dezenfekte edildi, boyandı, badanalandı, mutfak baştan aşağı tertemiz edildi, zamanla önce bir, sonra iki buzdolabı alındı. Helaların yanına kontrplaktan bir bölme yapıldı, orası banyo oldu.

Her şey birbiri ardından hızla gelişiyor, benim gibi hayatı tüketerek geçirmiş biri kırklı yaşlarında yaşamının araçlarını üretmeyi öğreniyordu.

Zamanla koğuşumuzu çiçeklendirme kararı verildi, idareden alınan izinle Mine Sirmenin getirdiği saksılara yine onun getirdiği fide ve tohumlar ekildi. Daha sonra İlhanın çiçek saksılarından birinde, arkadaşlardan birinin domates yerken düşürdüğü çekirdekten olacak bir de domates fidanı çıkacaktı. Su sorununa karşı önce bir, sonra iki depo yapılacak, bunlar iyice temizlendikten sonra kullanıma açılacaktı. Tepeden tırnağa kendimiz yaptığımız bu koğuşta bir ev sıcaklığı buluyorduk.

 

Demokrasi uygulaması

Bütün sakinlerinin siyasi olduğu koğuşta, Barışçılaryaşları dolayısıyla ağabey konumundaydılar. Onlara temizlik hizmeti konmuyordu. Hatta bulaşıklarına da yardım önerilmişti ama, biz bunu kabul etmemiştik.

Koğuşta büyük bir görev bölümü vardı, ama ast üst ilişkisi yoktu. Diğer koğuşlardaki meydancıkurumu burada kaldırılmıştı. Her grup ya da kişi kendi işini görüyordu.

Kararlar, kavga etmeden, tartışmayla, oylamayla demokratik usullerle alınıyor ve müzakereler hiçbir zaman fazla uzamıyor, ortak çözümün bulunması fazla zaman almıyordu.

Kim demişse ki, Uzlaşmazlık, klikçilik solun yapısında vardır haltetmiştir. Bunun böyle olmadığını, demokrasinin ne olduğunu da yaşayarak öğrendiğim, Sağmalcılar B-1 koğuşunda gördüm ben.

 

Üretkenlik had safhada

Hapishanede zaman bol, iş azdır.. hapishane insanı çürütür. Genelde koğuşlarda, zeytin çekirdeğinden tespihler, boncuktan sallamalar ve süsler yapılır, onun dışında çok fazla bir faaliyet yoktur. Bizim Sağmalcılardaki yaşamımız, öyle geçmedi.

C-16da başlayan faaliyet ve çalışmalar, daha türdeş ortamda, daha elverişli koşullar altında, artarak sürdürülüyordu B-1de.

Okumaktan söz etmeyeceğim, bizim konumumuzdakilerin hemen hepsi için hapishane bir okuma cennetidir. Barışçılar için olduğu kadar, diğer siyasiler için de durum aynıydı. Çok çeşitli dil dersleri yapıldı okumanın yanı sıra, Gencay bana İngilizce dersi veriyor, ben ona Fransızca.. Fransızca öğrenenler arasında Haluk Tosun da var. Genç fizikçi beyninin bu dilin haritasını çıkarıp, kafasına nakşetmesini, yıllarımı verdiğim grameri bu kadar çabuk ve kolay sindirmesini şaşkınlıkla izliyorum.

Ali Taygun, Necdete Braille alfabesi ile İngilizce öğretiyor, Necdet Sağmalcılarda öğrendiği Braillei geliştirecek, sonra da Almanyada körlere ders verirken kullanacaktır. Ali tuhaf bir çocuk, hat sanatına merak sardı, kendi kendine eski yazıyla onu geliştiriyor, bir yandan da, eski Yunandan başlayarak, tiyatro kursları yapıyor meraklılarına. Haluk Tosun, bilgisayar kursunu başlattı. Dersleri anlatıyor, sonra arada sınav da yapıp not veriyor. Herkes işi ciddiye alıyor.

Ama burası Türkiye.. bilgisayar kursunun her şeyi tamam, üniversite öğretim üyesi hocası var, yalnızca bilgisayar yok... Günlük gazeteler serbestçe geliyor, hatta bana gazeteden eski Le Mondeları kimi dergileri ve New York Herald Tribuneü de gönderiyorlar.

B-1 açık üniversite haline gelmiş durumda. Herkeste bir faaliyet. Metin Özek zaten hasta bir okuryazar, bir şeyler çalışıp yazmasa yaşamasına olanak yok.

Erdal Atabek, daha 1982de, ilk hapishane kitabı, Alkolü Kartal - Maltepe Zırhlı Tugayda yazmış, çıktıktan sonra, bir bölümünü hapishanede tamamladığı, bir bölümünü de tasarladığı iki kitabını, İnsan Sıcağıve Sözüm Sanadırı yayımladı. Hapishane, doğuştan yazar olan Atabekin yazarlığını pekiştirdi, çıktıktan bir süre sonra, kendini tümüyle bu işe verecek...

Orhan Taylan girdiğinden beri resim çalışmalarını sürdürüyor zaten. Bir de öğrencileri oldu B-1de.. onları da yetiştiriyor.


Elli- ayaklı, garip bir kitaplık

B-1e dışardan gelen kitaplar bir daha dönmüyor, sahibi okuduktan sonra, ortaya bağışlıyor; derme çatma tahtalardan bir de kitaplık yapıldı.

Sağmalcılardaki son 15 ayımda, ciddi olarak başvuru kitaplarına ihtiyaç duyacağım bir uğraşın içine giriyorum. Tabii bütün bunları edinmenin mümkün olmadığını düşünürken, birden dehşetle fark ediyorum ki, eşsiz bir kitaplık elimin altında durmaktadır. Bu Amerikalı bilim kurgu yazarı Ray Bradburynin François Truffaut tarafından filmi de yapılmış olan Fahrenheit - 451 adlı yapıtında söz ettiği türden bir kitaplık. Gelecek zamanda bilinmeyen bir ülkede geçen öykü kısaca şöyle. Ülkede egemen olan yönetim, kitapları yasaklamış ve yakmıştır. Bir yerde kitap olduğu haber alındığında itfaiye örgütü gidip onu da yakmakta ve kitap bulunduranları da yakalamaktadır. Aslında bir itfaiyeci olan romanın kahramanı bir gün kitaplara merak sarar ve kitap okuyanlara katılır, başından geçen bin türlü işten sonra, bütün kitapseverler gibi o da ormana kaçar. Ormanda bir şeyler mırıldanarak gezen adamlar görür, ne olduğunu anlamaz, sorar.. muhatabı birer birer gösterir: Şu Dantenin Cehennemi, şu Shekaspearein Otellosu, öteki Platonun Devleti...

Evet her insan bir kitabı ezberlemiştir, her birey bir kitaptır ve ölmeden önce ezberini ötekine geçirmektedir. Benim de öyle bir kitaplığım olduğunu fark ettim. Bilim konusunda bir konuyu öğrenmek istediğimde Aykut Göker ile Haluk Tosuna; tıp, psikiyatri konularında Metin Özek, Erdal Atabeke; tiyatro ve edebiyat alanında Ali Tayguna; toplum bilimlerinde Gencay Şaylana; plastik sanatlarda Orhan Taylana başvuruyorum. 12 Eylülün yakmasından, yağmasından B-1e sığınmış külliyatımdı onlar benim...

 

Cumhuriyet yazarı Samim Lütfü doğuyor

 

Dediğim gibi, koğuşumuzda has bir yazar var zaten: Erdal Atabek, ama o oraya girmeden doğmuş bir yazar, orada serpiliyor.

Samim Lütfü ise bir fantezinin ürünü.. bir gün, koğuşta sarılıyor kaleme ve Cumhuriyete yazılar yazmaya başlıyor. Yazılar dolaylı yoldan çıkarılıyor ve haftada üç gün yayımlanıyor . Erdal Atabek İnsan Sıcağında da şöyle anlatıyor Samim Lütfüyü:

Burada hapishanede Samim Lütfü doğuyor. Samim Lütfü kim? Bir yanı ile Ali Sirmen, bir yanıyla emekli bir büyükelçi. Olaylara, dışarıya pek çıkmadığı anlaşılan evinden bakıyor. Evi de çok sade. Her yana yayılmış kitapları, notları, kâğıtlarıyla yaşlıca bir bekâr evi. Evlenmeye zaman mı bulamamış, evlenip ayrılmış mı.. kimse bilmiyor. Bizim Samim Lütfü böyle şeyleri konuşmaz... Sürekli düşünür, kafasının bir yanının hep düşündüğünü sanıyorum. Sizinle konuşurken, evinde dolaşırken, otururken hep düşünür...

Çok yer görmüş, çok olay yaşamış, çok insan görmüş bir Samim Lütfü...

Samim Lütfünün yazıları çok beğeniliyor...

Ali Sirmenin Samim Lütfüyü hiç unutmayacağını şimdi daha iyi anlıyorum.

Samim Lütfü, dünyanın koğuştan dışarı çıkmasıdır...

Samim Lütfünün kim olduğunu çok kişi merak ediyor. Amerikan Haberlerin Basın Sorumlusu, bir gün orada çalışan dostum Olcay Sezene gidiyor ve,

- Bu Samim Lütfü kim ise beni onunla tanıştır! diyor.

Aziz dostum kem küm ediyor, ama sırrı açıklamıyor.. Aradan 15 gün geçiyor aynı yetkili geliyor:

- Zahmet etme! Kim olduğunu öğrendim, tabii ki tanıştıramazsın, diyor.

Samim Lütfünün yazıları Cumhuriyette yayımlanmaya başlayınca, protesto mektupları geliyor gazeteye Siz, Ali Sirmen içerdeyken yerine başkasını nasıl yazdırırsınızdiye...

Tahliyemizden sonra gazetedeki yazılarıma yeniden başladığımda Samim Lütfü kendine kan veren Ali Sirmen için can verip de, yazıları sona erince, yine mektuplar geldi. Ali Sirmen yazsın, ama Samim Lütfüyü de göndermeyindiye.1986 baharında bir gün İstanbula gelmiş olan Uğur Mumcu ile gazetede konuşuyoruz, alt katta bir bölmeyi gösteriyor ve,

- Nadir Bey ile konuştuk, sana burada parmaklıklı bir hücre yaptıracağız, orada daha güzel yazarsın.

Samim Lütfünün macerası 15 ay sürdü. Yaşamımın geri kalan kısmında onu çok kıskandım, ama hiç o düzeye ulaşamadım...

Samim Lütfü hapishanenin yarattığı bir yazardı.. o, yazarak özgürleşiyordu.

Ben ne yapayım da, onun kalitesine ulaşayım, yeniden hapse mi girmek gerek?..

Yazarları özgürlükler yaratmaz, yazarlar özgürlükleri yaratır.

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İyi insan 19 Mart 2024
Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları