Demir Kapı Kör Pencere / 3

21 Ekim 2008 Salı
23 Aralık 1982 günü büyük bir mutlulukla terk ettiğim, Sağmalcılar C 16 koğuşuna büyük bir sevinç ile geri döneceğime, beni kimse inandıramazdı.

Sanırım dava arkadaşlarım için de durum aynıydı.

Çıktıktan bir yıl sonra döndüğümüzde, başta geçen defa bizden önce tahliye olan ve sonra icrayı sanat eylerken bir kez daha enselenip buraya düşen Tek Kart İsmailve Eşape Burhanolmak üzere bütün eski tanıdıklarla kucaklaştık ve hani neredeyse Evim... evim... güzel evim!..diyerek yataklarımıza dağıldık.

Yatağıma yerleştikten sonra aşağıya çay içmeye indiğimde, Tek Kart İsmaili gördüm. Onunla tahliyesinden sonra ilk kez görüşmüyorduk. Dışarıdayken, iki kez Çiçek Pasajında karşılaşmıştık. Dişleri dökük pejmurde kılıklı hapishane arkadaşıma bir takılayım dedim kendi kendime...

- Yahu Tek Kart seni de tek başına bırakmaya gelmiyor, ne zaman arkamızı dönsek, dönüp dolaşıp yine buraya düşüyor...

Tam o noktaya gelince zınk diye durdum.

 

Ne diyordum ben?!

Evet Tek Kart önce çıkıyor sonra dönüp dolaşıp yine buraya geliyordu, ama ben de aynı durumda değil miydim? Daha on ay önce çıkıp yeniden hem de büyük bir sevinçle buraya dönmemiş miydim? Hani benim durumum da Dinime tan eyleyen bari Müslüman olsakabilinden onunkine benzemiyor muydu?

Günün keyfini bozmaya niyetim yoktu, sustum.

14 Kasım 1983 günü Barış Derneği davası sona erdi. Mahkeme sanıklar için çoğu benim gibi sekiz yıl olmak üzere hapis cezası verdi ve hepimiz hemen oracıkta Metris Askeri Cezaevine gönderildik.

Hazırlıklıydım, bavulumu arabanın bagajına koymuştum zaten gelirken.

Ancak, konumuzun dışında kalan Metriste koşullar o kadar kötüydü ki, otuz küsur gün sonra yeniden Sağmalcılara gelmekten mutlu olmuştuk. Metris bizim için ilk girişimizde görmediğimiz tecritbölümünün işlevini gör-müştü.


‘Ali Abi yaşam her yerde hapishanede bile güzel

 

Kaçakçılar hoş çocuklar, neşeli, şakacı, terbiyeli ve bize karşı saygılı, içlerinden ikisi Sezai ile Adnan daha konuşkan ve girişkenler, iki kafadardan birinin ayağı aksıyor, ama Adnan bunu hiç dert edinmiyor. Koğuştakilerin çoğunluğu gibi bunlar da, araba kaçakçılığından girmişler içeri, öyle büyük işler çeviren takımından değiller.

Kendilerine göre, bir dünyaları, değer yargıları var, her şeyi onların çevresinde tanımlıyorlar.

Bir gün Sezai sordu:

- Ali Abi, nerede oturuyorsun?

- Etiler Çamlıkta oturuyorum değil de oturuyordum, diye düzelttim.

- Bizim Hamdiyi tanır mısın abi?

- Tanımam, kim Hamdi?..

- Hani abi 1983 model spor kırmızı BMWsi var.

Hoş çocuklardı velhasıl ve her şeye kendi dünyalarının ölçülerinde bakıyorlardı.

Bir gün yine bu uyanık Sezai profesör arkadaşlardan biriyle konuşuyor. Ben de arkası bana dönük Sezainin sırtının üstünden konuşmayı dinliyorum.

Sezai bizim arkadaşa sordu:

- Abi sen hiç Karides restorana gittin mi? Orada güzel müzik de var, servis de kıyak.

Bizimki hayırladı:

- Gitmedim, hem orada bir yemek kaç para?

Ben konuşmanın nereye varacağını anladım, önce işmar ile sonra ellerimi sallayarak, konuşmanın mecrasını engellemeye çalışıyor, Kes artık konuşma!demeye getiriyorum.

Bizimki oralı değil, Sezai oradaki fiyatları söyleyince, bizimki hemen yapıştırdı:

- Hayır gitmedim. Gidemem de, sen benim maaşım ne kadar biliyor musun?

İşaretle bağırıyorum.

- Söylemeeee!

Ama bizimki söylüyor. Sezai kendisine gülünç gelen bu paraya çok şaşırıyor.

O anda hissediyorum, kaçakçı arkadaşlar nezdindeki saygımız biraz kaybolmaya başlıyor.

Eee.. ne de olsa, Özal dönemi gelmiş, ne kadar paran varsa artık o kadar adamsın.

 

Araba kaçakçısının verdiği ders

Koğuşa yeni dönüşümüzün, yani ikinci dönemimizin ikinci günü, kendi kaygılarımdan sıyrıldığımda fark ediyorum ki, gümrükçü Osman Bey yok. Bizim aksak Adnana soruyorum:

- Yahu Adnan bizim gümrükçü Osman Bey ne oldu? Sevke mi gitti?

- Haberin yok mu Abi, diyor şaşkınlıkla...

- Yooo...

- Onu üç ay önce tahliye ettiler, üç hafta önce de öldü. Kansere yakalanmıştı da...

- Hay Allah gerçekten çok üzüldüm yahu! Keşke iki sene önce ölseymiş?

Adnan şaşkınlıkla soruyor:

- O neden ki, Abi?..

- Nedenkisi var mı yahu! Hiç değilse hayatında şu hapishane rezaletini çekmemiş olurdu.

Adnan birden dikeliyor, hem öfkeyle hem de bu tavrıma şaşkınlıkla yanıtlıyor beni:

- Öyle deme Ali Abi, yaşam her yerde güzeldir, hapishanede bile...

Bu genç, araba kaçakçısı arkadaştan aldığım ders üzerine donup kalıyorum.

 

'Karayılan'ın öyküsü'

Birden aklıma Nâzım Hikmetin Kurtuluş Savaşı DestanındanKarayılanın Öyküsügeliyor.

Antep savunmasının kahramanlarından Karayılan kendi halinde ürkek bir gençtir; parası, atı, silahı yok ki yiğit olsun. Bir gün tutuştururlar eline silahı, o da gider siner bir çalının arkasına korkuyla. O sırada yanında ak taş ardından güzel bir karayılan çıkarır başını ve cııııvvv bir kurşun ile uçuverir başı.

İşte Karayılan olmadan önce korkak olan Karayılan o anda birden haykırır içinden:

Uyan ey deli gönlüm... Karayılanı ak taş ardında bulan ölüm...der ve fırlar siperden, artık bütün korkuları geride kalmıştır ve Karayılan, Karayılan olmuştur...

Ben de, bütün üzüntümü ve yılgınlığımı üzerimden attım o anda Adnan sayesinde.

Hapishaneye bir hayat okulu derler, doğruymuş, ben de oradan yaşam ile ilgili en unutulmaz derslerimden birini tek ayağı aksayan, eğitimi fazla ileri olmayan araba kaçakçısı, hiçbir şeye aldırmaz görünen genç kader arkadaşım Adnandan almıştım.

O lafını hiç unutmadım ve özellikle üzgün, kederli dönemlerimde hep hatırladım.

 

Gerçek Müslüman Meydancı Hafız

Diğer koğuşlarda olduğu gibi, C-13 kaçakçılar koğuşunda da tutuklu ve mahkûmlar ya grup halinde yemek yiyorlardı ya da yalnız başlarına, ama hali vakti yerinde olanların grup ya da kişi olarak ayak işlerine bakan, yemeklerini hazırlayan, bulaşıklarını yıkayan gariban meydancıları vardı. Bunların cep harçlıklarını, para ihtiyaçlarını, hizmetini gördükleri kişiler sağlarlardı.

Meydancılık kurumu bütün hapishanelerde geçerliydi. Daha sonra, bizler siyasi tutuklular olarak B-1 koğuşuna nakledildiğimizde, hepsi de solcu olan siyasi arkadaşlarımız, kendi dünya görüşlerinde böyle bir ilişkiye yer olmadığını haklı olarak ileri sürdüler. Ve bizim B-1 belki de Sağmalcıların meydancısı olmayan tek koğuşu oldu.

Orada arkadaşlar ile yaptığımız toplantıda karara varıldı:

Herkes kendi işini yapacaktı. Barışçılar içinde yaşı ilerlemiş olanlar bulunduğundan, onlar koğuş temizliğinden muaf tutulacaklar, bulaşık işleri de diğer arkadaşlar tarafından üstlenilecekti.

Koğuş temizliğinden muaf tutulmaya karşı çıkmadık. Ama hiçbirimiz, başka arkadaşların bizim yerimize bulaşık yıkamasına da razı olmayıp o işi kendimiz yaptık.

İyi de oldu. Böylelikle kendi kendimize yetmek, kendi tüketimimizin bazı alanlarda üretilmesini öğrenmek olanağına kavuştuk.

Doğrusu o zamana kadar çok pis bir iş olarak gördüğüm bulaşığın başka bir yönünü öğrendim.

Pis bulaşıklar önüne geliyor, ama bir süre sonra kirlerden arınıyor, her şey tertemiz, pırıl pırıl olmaya başlıyor. Bu süreç içinde kendi içinin de arındığını hissediyorsun neredeyse.

Ama tabii dibi tutmuş, sahan ve tepsileri ılık suda yumuşatıp bulaşık teliyle temizlemek biraz mihnetli olmuyor da değildi...

İçi de dışı da bir meydancı

C - 16da, Hafız diye çağrılan, eski TCKnin dini siyasete alet etmeyi yasaklayan 163. maddesinden tutuklu bir arkadaşımız vardı.

Çok gururlu, tertemiz, pek fazla konuşmayan Hafız, meydancılık yapıyordu.

Meydancı olması kimsenin ona saygısını azaltmıyordu. Hafız işini titizlikle yapardı. C-16nın mutfağı onun zamanında, bal dök yalakabilinden tertemiz olmuştu.

Hafız inanmış, gerçek bir Müslümandı. Tabii bütün hakiki Müslümanlar gibi de son derece dürüsttü.

İleri geri konuşup Cumhuriyet ve laiklik karşıtı sözler söylemiş, belki Atatürke de dil uzatmıştı.

Bu düşüncelere sahip olan Hafızı gide gele hâkim de tanımış, nasıl bir kişi olduğunu öğrenmişti. Bu yüzden Hafızın ifadesini alırken, ona açık kapılar bırakmaya çalışıyor, ikide bir yani şunu demek istedin”, “aslında şunu kastetmedin değil mi?gibi müdahalelerle yol göstererek kurtarmaya çalışıyordu.

Bunları Hafızın duruşma dönüşünde, anlattıklarından öğreniyorduk.

Hafız bunları anlatırken kendisine soruyorduk:

- Eee peki sen ne dedin Hafız?

- Ben onların hepsine hayır, dedim, şeriatı savundum, yanıtı veriyordu.

- Amma yaptın Hafız, Allah senin inancını nasılsa biliyor, sen bir kez hâkime evet öyle deyip kurtulsana!

- Olmaz öyle şey, diye direniyordu Hafız, Müslümanın içi dışı birdir, o yalan söylemez.

 

163. Madde gariban müslümanlara

Hapisten çıktıktan sonra, TCKnin 163. maddesinin kaldırılması tartışmaları sırasında Uğur Mumcu ile birlikte, kaldırılma yönünde görüş bildirirken hep bu Hafızı düşünmüşümdür. Uğur gibi ben de, TCKnin 163. maddesinin gariban Müslümana uygulandığını, bu arada tarikat-siyaset-ticaret üçgeni içinde paraları cukkaya atanların bir şekilde her şeyi kılıfına uydurduklarını savundum. Doğrusu olaylar da bizi hep haklı çıkardı.

TCKnin 163. maddesi Hafıza işliyordu ama, şimdikilerle ağa babaları yine siyaset sahnesinde cirit atıyorlardı.

Sonunda nasıl olduysa oldu. Hafız tahliye oldu.

Çıkarken hepimizle helalleşti. Herkes canı gönülden hakkını helal etti. Bilmiyorum helal edilecek bir hakkımız var mıydı? Bilmiyorum Hafız bize olan hakkını içtenlikle helal etti mi?

Ben bu mutekit arkadaşımızı çok sevdim, bütün sahici Müslümanlar gibi.

Dini siyasete, ticarete alet edenler, inanç sömürerek paraları cukkaya atanları ne kadar sevmediysem, tam tersine Hafızı da, onu tahliye eden hâkimi de çok sevdim...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İyi insan 19 Mart 2024
Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları