Demir Kapı Kör Pencere / 5

21 Ekim 2008 Salı

Annem sonradan anlatmıştı:

12 Mart tutukluluğum günlerinde, bir gün oğlum Devrim, arabada giderken sormuş:

- Babaanne, hapse giren hırsızlar oradan bir daha hiç çıkamazlar mı?

Annem elinden geldiğince ona hapse düşenlerin hep hırsızlar olmadıklarını, iyi insanların zaman zaman oraya girdiklerini, ama sonunda adaletin yerini bulduğunu, onların da evlerine döndüklerini anlatmış.

Kim bilir kimler çocuğa neler söylemişler ki, o da bunu sormuş.

Sağmalcılar’a girdiğimde, arada oğlum Devrim de ziyaretime gelirdi. Çok sık gelmesini istemezdim. O sıralarda yeni yeni delikanlılığa adım atmaktaydı.

Ziyaretçilere kirli çamaşırlar verilir. Bir naylon torbaya konur, üzerine tutuklunun adı ve koğuşu yazılır, idareye verilirdi. İdarenin adamları, ziyaret bitiminde gitmeye hazırlanan yakınlarımıza bunları iletirlerdi. Ben de bir gün üzerinde herkesin fark edebileceği kadar büyük hatta kocaman “ALİ SİRMEN C- 16” etiketi bulunan naylon torbayı oğluma gönderdim.

Devrim hapishaneye otobüsle gelip gidiyordu. O gittikten sonra düşündüm.

Çocuk elinde bu torbayla otobüse bindiğinde, acaba insanlar ona nasıl bakıyorlardı. Semt sakinleri, ilk bakışta onun hapishane ziyaretçisi olduğunu anlayacaklardı. Acaba neler düşüneceklerdi? Bu durumda delikanlılığa yeni adım atmakta olan çocuk neler hissedecekti?

Aklıma yıllar önce, Kadıköy ve Modalı çocukların arkadaşlarına yaptıkları bir şaka geldi. Özellikle Cem Sokağı’nda bulunan Kadıköyspor’un yaz ayları maçlar yapılan sahasında, gençler, tribünlerde kızların yanında oturan arkadaşlarına uzaktan bağırarak takılırlardı:

- Altaan baban hapisten çıktı mı?...

Şimdi şaka gerçek olmuş ve Devrim’in babası hapse düşmüştü ve de henüz çıkamamıştı...

Ziyaretlerden birinde durumu karıma anlattım. Bundan böyle oğluma çamaşır vermeyeceğimi söyledim.

O ise Devrim’in bunları hiç dert edinmediğini, böyle şeylere aldırmadığını söyleyerek, beni rahatlattı.

Ama, bir insanın hapsedilmesiyle, eşinin, çocuğunun, anasının babasının da cezalandırıldığı gerçeğini değiştirmiyordu, Devrim’in sağlıklı tavrı.

 

Demir parmaklıklar ardında hep birbirine benzeyen günlük yaşamı renkli kılacak bir şey bulmak zordu

Yapılacak iş az, vakit ise bol

Hapishanede günler hep birbirine benzer. Günlük yaşamı renkli kılacak bir şey bulmak zordur.Yapılacak iş az, vakit ise boldur.

İnfaz yasası mahkûmların çalışmalarını öngörür, ama Sağmalcılarda işlik de, spor salonu, banyo ve sinema salonu gibi göstermelikti, yani kâğıt üzerinde vardı ama pratikte yoktu. İki buçuk yıl zarfında banyoya üç beş gün gittik.

Spor salonunu bir kez B- 1in voleybol takımı sayesinde gördüm. Sinema ya da tiyatro salonuna da ancak bir kez adım attık.

Sanıyorum, bu tesisler hapishanenin mostralarıydı ve daha ziyade basına yapılan gösterilerde kullanılıyordu.

Sağmalcılar sağ blokta her iki katlı koğuşun ortasında boyları koğuş kadar, enleri onlardan biraz daha fazla bir avlu bulunuyordu. Ortadaki avluyu iki koğuş ikişer saat münavebe ile kullanmaktaydı. Birbirine bitişik koğuşların arasında ise, demir merdivenlerle çıkılan ince bir koridor vardı. Orada mazgallardan nöbetçi erler koğuşun içini gözetlerlerdi. Gün sabah sayımı ile başlar, ardından erkenden kahvaltı malzemesi (kimi zaman zeytin, kimi zaman peynir ve ekmek) gelirdi.

Gün akşamüstü saat 18.00-19.00da yapılan akşam sayımıyla sona erer. Herkesin teker teker sayıldığı veAllah kurtarsındiye biten akşam yoklamasından sonra demir kapılar bir kez daha kapanır.

Hapishane demir parmaklık, demir kapı demektir. Yalnız idari bölüme ayrılan yer değil, aynı zamanda, koridorlar da, ellişer metre arayla parmaklıklarla güvenlik altına alınmıştı. Bütün gün yaşam koğuşta ve havalandırmada geçerdi. Havalandırmadan yalnızca gökyüzü ve nöbetçi kuleleriyle projektör pilonları görünürdü. Bir manzara, bir yeşillik, nöbetçiler ve kuşlar dışında bir canlı görmek olanaksızdı.Yalnız bir kez, bir uçurtma gördük.

Melih Tümer dışarıdaki gazeteci dostlarından birine uçurtmayı ve kendisinde uyandırdığı özgürlük çağrışımlarını anlatan bir mektup yazmış, Milliyet gazetesinde yayımlandı.

 

Eskişehire gelince beni uyandırın

Koğuşlarda sıra sıra dizilmiş aralarında dolaplar bulunan ranzaların alt tarafında yatanlar, yataklarının üst ranzanın alta gelen kısmı ile dolap ve iki yatak arasındaki küçücük koridorumsu, 50 santime 2 metre boyundaki bölümü de kapsayacak şekilde bir perde ile kapatıyorlar, böylelikle akşamları bunu çektiklerinde, eski zamanların yataklı vagonlarındaki gibi mahrem küçük bir odacık elde etmiş oluyorlar. Bazıları da, buldukları küçük elektrik kablolarını baş uçlarına doğru uzatıp, oraya bir duya taktıkları elektrik ampulü ile güzel bir başucu lambası elde ediyorlar, hem masa görevi gören yatağın üstünde yazarken hem de yatağa uzanıp uyumadan önce okumak için bulunmaz bir fırsat. Benim de her aramada alınan, ondan sonra yine güçlükle yerine koyabildiğim, bir başucu lambam vardı. Hele B - 1’de geçirdiğimiz son 15 ayda, bunlar çok işime yaradı, sabahın beşine kadar yazıyor, okuyordum. Yanımda Hadi Ali artık söndür şunu da uyuyalım diyen birisi de olmayınca, istediğim kadar yakmakta bayağı özgürdüm.

Tahliyeden sonra, bir gece artık başucu lambamı söndürmem gerektiği anımsatıldığında, homurdandım, hapishanede bile bu konuda daha özgür olduğumu gevelenirken, Ne yani oraya mı dönmek istiyorsun? cevabı üzerine sustum.

Hüseyin Baş da, benim gibi hem de koridora bakan (bu boğaz manzaralı ile eş anlamlıdır) alt ranzalarda yatanlardan biriydi ve bir ziyaret günü eşi, aziz arkadaşımız Nevenka Başın getirdiği örtülerle kendi küçük odacığını oluşturup, pembe pijamalarını da giyerek yatağına girdikten, başucu lambasını söndürdükten sonra, yattığı yerden hafifçe doğrulup perdeyi aralayarak seslendi:

- Çocuklar Eskişehir’e gelince beni uyandırın!

 

Hüseyin Baş Sağmalcılar’da bir ilki başarıyor

Kendine nekes yaftası yapıştırıp, bununla gırgır geçen Hüseyin Baş aynı zamanda Sağmalcılar tarihinde gelmiş geçmiş bunca ünlü kişinin, bunca şeytana takkesini ters giydirmiş hinoğluhinin, bunca otoritesiyle mahpusta bile herkesi titreten kabadayının başaramadığı bir işi başarmış ve bir ilki gerçekleştirmiş, gardiyana verdiği sakalı geri almıştı.

Sağ elle çene sıvazlanarak ifade edilen sakal mahpus jargonunda “rüşvet” demektir.

Sağmalcılar’ın o sıkıyönetim döneminde bile gardiyanlar yoluyla işleyen bir trafiği vardı. Ziyaret günlerinde idareye verilen paranın dışında para getirtmek isteyenler, şu ya da bu herhangi bir şeyi içeri sokmayı arzulayanlar bu yolu kullanırlardı. Tabii bu hizmetlerin de, neredeyse maktu bir fiyatı vardı.

Hüseyin Baş da koğuşa bir el radyosu getirtmek istiyordu. Sonunda bir gün bu trafiğin ipek yolunun son durağı mazgal açıldı, gardiyanlardan biri Hüseyin Baş’a radyosunu uzattı, hatırı sayılır sakalını da anında aldı.

- Paraya nasıl kıydın, sakalı nasıl verdin, Hüs? takılmalarına aldırmadan yatağına gitti, kulaklığını takıp mutlulukla radyosunu dinlemeye başladı.

Ertesi gün idarede müdür yardımcısı gibi görevi olanlardan biri koğuşu ziyarete geldi ve konuşurken Hüseyin’e dönüp sordu:

- Dün radyonuzu gönderdim, aldınız mı Hüseyin Bey?..

Herkes çaktırmadan kıkır kıkır gülerken, Hüs kıpkırmızı oldu. Haybeye onca parayı sakal diye vermişti, olacak şey miydi bu?..

Neyse efendim, uzatmayalım. Hüseyin Baş gitti mazgal başına nöbete durdu, gelen gidene haber verip söz konusu gardiyanı çağırttı. Ne söyledi, adam ona ne yanıt verdi bilmiyorum, ama günlerce süren uzun müzakerelerden sonra, Hüs sakalı geri almayı başardı.

Sağmalcılar, çok çeşit insan, çok ünlü kişi, çok mafya babası, çok açıkgöz, çok kabadayı, çok yiğit gördü, ama Hüseyin Baş gibi, gardiyana verdiği sakalı geri almayı beceren birini asla görmedi.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İyi insan 19 Mart 2024
Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları