Demir Kapı Kör Pencere / 7

21 Ekim 2008 Salı

Satın alındıktan birkaç gün sonra bozulan televizyonu C-15 koğuşunda kaçakçılıktan yatan markanın sahibi Numan değiştiriyor.

Hatalı televizyonu üreten karşı koğuşta

Televizyon.. dünyaya açılan penceremizdi o bizim. Ağaçları, çiçekleri, sokakları, caddeleri, kadınları, kedileri, denizleri, dağları beyazcamda da olsa görüyorduk. Bir de geceleri geç saatlerde el ayak çekildikten sonra dünyanın ezgilerini, haberlerini ileten radyomuz vardı. Televizyon karşısında, herkesin bir yeri var, kimileri benim gibi küçük taburelere tünüyor, kimileri ise Hüseyin Baş gibi locadan seyrediyor. Loca dediğimiz TV’nin karşısındaki masadaki bank. Orada Hüseyin için genişçe bir yer ayrılıyor ve o yukarıda yemek sonrası siestasını tamamlayıp gelmiş olmasa bile, yeri boş bırakılıyor, kimse oturmuyor.

12 Eylül dönemi hapisliklerimde, ne zaman eski mahpusların durumunu düşünsem halime şükrederdim, öyle ya bizim televizyonumuz vardı. Ağaçları, çiçekleri, sokakları, caddeleri, kadınları, kedileri, denizleri, dağları beyazcamda da olsa görüyorduk. Dünyaya açılan penceremizdi o bizim. Bir de geceleri geç saatlerde el ayak çekildikten sonra dünyanın ezgilerini, haberlerini ileten radyomuz vardı.

 

Numan Bey'in fabrikasyon hatalı televizyonu

C-16ya ikinci gelişimizde, Kaçakçılar Koğuşunun köhnemiş televizyonunun yerine yenisinin alınması kararlaştırıldı. Para toplandı, soruldu, araştırıldı edildi ve sonunda Numan marka yerli montaj bir televizyonda karar kılındı. Bizim ziyaretçi ya da avukatlar mı, yoksa idare mi aldı televizyonu bilmiyorum. Yeni alet geldi, dipteki duvara değil de girişte mutfağın ardındaki duvara yerleştirildi. Bir-iki gün çalıştı, sonra bozuldu.

Gel de çık işin içinden... Şimdi bize satan adam bunu geri alır mı? Siz bozdunuz, ne yapayım der mi? Garantisi var mı? Varsa bile hapisteki gariban için geçerli olur mu?

Biz bunları kös kös düşünürken kaçakçı arkadaşlardan biri,

- Hiç üzülmeyin yahu, dedi, hemen değiştirtiriz.

Nasıl becereceğini de şöyle anlattı. Bu markanın sahibi Numan... karşıki, C-15 koğuşunda yatıyor, değiştirmezse nasıl yüzümüze bakar ki...

Ertesi sabah havalandırmaya çıktığımızda, karşı koğuşun penceresine gittik. Numan Beye seslendik. O da kaçakçılıktan yatıyor. Durumu anlattık, Hay hay!dedi, televizyon hemen değişti.

 

Yunan televizyonunda erotik film izliyoruz

O dönemlerde TV tek kanallı, bir tek TRT var. Şimdiki gibi değil. Hoş şimdi de bu te- levizyon işini hapishanede nasıl çözüyorlar bilemiyorum. Öyle ya otuz küsur kanal içinden hangisinin izleneceğine kim karar verecek? Herhalde koğuşlarda büyük sorun oluyordur.

Neyse bizim öyle bir sorunumuz yoktu, eldeki tek kanalla yetiniyor ve ona da aynı zamanda şükrediyorduk. Bizim yeni Numan marka televizyonun ilk geldiği günlerden birindeydi, kim olduğunu anımsamıyorum, biri ortaya şöyle bir iddia attı:

- Bu anteni biraz ayarlarsak, Yunan te- levizyonunu alabilir, bu gece oynayacak erotik filmi izleyebiliriz.

Benim pek aklım yatmadı, ama çoğunluk bu öneriyi tuttu. Gençlerden biri pencereden elini uzatarak anteni ayarlamaya çalıştı. TVden (o zamanlar uzaktan kumanda yok, hiç değilse bizde yok) düğmelerle oynayarak istasyonu bulmaya çalışıyor, Türkçe olmayan garip cızırtılı sesler çıkmaya başladı.

- Hah dedi biri işte Rumca konuşmalar.

Ama görüntü yok. Daha doğrusu garip çizgiler var, sonra biraz daha netleşir gibi oldu, netleşmek dediğim de kimi belirsiz görüntüler.

- Tamam, tamam, oluyor, diye bağırdı biri.

- Karıya bak, karıya!.. diye haykırıyor bir diğer kaçakçı arkadaş.

Ben çizgiler ve gölgelerden başka hiçbir şey görmüyorum. Ama kimileri ekranı hayalhaneleriyle destekleyerek bir şeyler görüyor olmalılar ki, sesleniyorlar:

- Tamam tamam, bozmayın, birazdan daha netleşecek.

Çoğu kişi filmi görüyor, ben görmüyorum. Gencaya dönüp soruyorum, o da bir şey görmüyor, ama gören görüyor kardeşim...

O gece yarım saat mi, kırk dakika mı ne sürdü, bu Yunan televizyonundaki erotik film”.

Görenler, gece kim bilir hangi rüyalara yattılar. Ertesi gün banyo için sıraya girenlerin sayısı rekor düzeyde arttı.

 

Hüseyin Baş’ın yerine oturulmaz

Televizyon karşısında, herkesin bir yeri var, kimileri benim gibi küçük taburelere tünüyor, kimileri ise Hüseyin Baş gibi locadan seyrediyor. Loca dediğimiz TVnin karşısındaki masadaki bank. Orada Hüseyin için genişçe bir yer ayrılıyor ve o yukarıda yemek sonrası siestasını tamamlayıp gelmiş olmasa bile, yeri boş bırakılıyor, kimse oturmuyor.

B-1de yatarken bir sendikaya kaçak araba getirmiş olan, uyanık, ağzı bol laf yapan biri geldi koğuşa.

Sempatik bir adam, ama biraz fazla çok bilmiş. Etrafa şakalar yapıyor, konuşuyor, konuşuyor.

Bir akşam televizyon saatinde aşağı kata girdi, bir baktı ki, ekranın karşısında baş köşede genişçe bir yer boş. Hemen gitti kuruldu... Herkeste bir şaşkınlık, sonra hafiften gülümsemeler... Çok geçmedi, Hüseyin Baş aşağı katın demir parmaklıklı açık kapısının eşiğinde belirdi. Baktı, biri yerine oturmuş. Hiçbir şey yapmadı, pervaza dayandı, kollarını kavuşturdu, gözünü dikti bizim çok bilmişe öyle duruyor. Etrafta bir sessizlik, sonra mırıldanmalar, ardından da herkes gülerek adama dikti gözlerini.

Bizimki önce anlamadı, sonra bir şeyler olduğunu sezdi. Herkes gözünü dikmiş ona bakıyor, Hüs ise sabit bakışlarıyla adamı adeta delip geçiyor. Bizimki şöyle bir kıprandı, iyice tedirgin oldu, biraz daha bakındı. Sonra bozuk bir şekilde oradan kalkıp arkaya geçti. O anda etrafı kahkaha ve alkış sesleri kapladı. Hüseyin Baş hiç bozuntuya vermeden, herkesi başıyla selamlayarak ağır ağır geçti ve kendi yerine oturdu...

 

‘Bir keyfimiz vardı o da bitti’

1985 yılında, TRT televizyonunda BBC yapımı çok güzel bir İngiliz dizisi yayımlandı: Duchesse of Duke Street. Aradan neredeyse çeyrek yüzyıl geçtiği için çok kişi şimdi anımsamaz. Dük caddesinde küçük ama hoş bir otel işleten bir kadının, otel çevresinde gelişen öyküsü. Her hafta ilgiyle izliyoruz hepimiz, dizinin şimdi adını unuttuğum kahramanını herkes çok seviyor. Dizinin oynayacağı gün bizim için özel, keyifle başlamasını bekliyoruz.

Nihayet bir hafta son bölümü ilan ettiler. Büyük bir ilgi ve biraz da hüzünle izledik onu. Bittiğinde profesör arkadaşlarımdan biri üzüntülü bir şekilde söylendi:

- Bir keyfimiz vardı, o da bitti.

Yoksulluk ve yoksunluk içindeki insanların fazla yapacak bir şeyleri olmayınca bu dizilere nasıl bağlandıklarını, dizi furyasının ve insanların kendilerini o dizilere böylesine kaptırmalarının esas nedenini o gün orada anladım...

 

‘Hayatımız arabeskmiş’

Cumartesi geceleri Yeşilçam filmleri oynuyor. O günlerde, zaten televizyona ancak istisnai durumlarda bakan Metin Özek ile birlikte ben de yukarıda kalıyor, seyretmeye inmiyorum. Ama eğer aşağıdan naralar, ıslıklar, küçümseyici kahkahalar, alaycı alkışlar gelmez ise bir şeyleri kaçırdığımı anlıyor, hemen aşağı kata fırlıyorum, fakat geç kalmış oluyor, önemli bir bölümü kaçırıyorum.

Pek fazla bir şey de kaçırmadım. Çünkü filmler genellikle ağır arabesk oluyordu.

Bir gün bunlardan biri oynanırken tiyatro dünyamızın önde gelen isimlerinden olup, filmlerde de oynayan Ali Taygun, başlamış alay etmeye, film bitince de,

- Yok artık çüüüş! deyince Gencay Şaylan itiraz etmiş.

- Nesine çüş Ali?

- Nesine olur mu, demiş Ali Taygun, adam hapse düştü, karısı ayrıldı, çocuğu gitti, babası öldü, anasına felç geldi... Yani bu kadarına da çüş!

- Ne var bunda çüşlük demiş Gencay sakin sakin ve sürdürmüş:

- Sen şimdi neredesin?

- Hapiste...

- Karın nerede?

- Biz ayrıldık...

- Kızın?

- Şu anda annesinin yanında.

- Peki be kardeşim, senin baban ölmedi, annene de felç gelmedi mi?..

Donup kalmış Ali yalnızca,

- Hakkatten ya... diyebilmiş.

Film bitip aşağıya indiğimde bu olayı dinleyince anladım ki, bizim dudak büktüğümüz Yeşilçam filmleri değil, bizatihi hayatımızın kendisi arabeskmiş meğer.

 

‘Bizimkiler mi kazandı?’

Gazete, kitap, volta ve spor dışında en büyük meşgalemiz televizyon, onun sayesinde dış dünyayı görüyoruz; yapmacık, kurmaca da olsa fark etmez, deniz de kurmaca değil ya!..

Kimileri ne varsa seyrediyor. B-1 siyasi koğuşuna geçtiğimizde Ahmet Yaka diye bir genç arkadaş da katılıyor aramıza; saati gelince, çocuklar için yapılmış minik plastik taburelerimizi alıp geçiyoruz ekranın karşısına...

Ahmet Yaka, sol örgütlerden biri adına gasp yapmış, gasptan yatıyor, ama siyasi gasp olduğu için siyasiler koğuşunda kalıyor.

Çok candan sevimli bir arkadaş. Televizyon dizileri içinde de İngiliz yapımı olan MI-6 diye bir polisiyeyi seviyor. Vurdulu kırdılı dizide, İngiliz gizli servisinden iki ajan, solcuları, casusları, gaspçıları kovalıyorlar, tabii sonunda da hep onlar kazanıyorlar. Ahmet bu dizilere bayılıyor. Genellikle de sonunda alkışlıyor. Bir gün dayanamadım ve sordum:

- Neden alkışlıyorsun Ahmet?

- Abi kazandılar da onu alkışlıyorum.

- Kim kazandı Ahmet?

- Eeee bizimkiler...

- Kim bizimkiler evladım, onlar bizimkiler değil, onlar polis, bizimkiler karşı taraf...

Ahmet yumruk yemiş gibi oldu, düşündü, bana hak verdi.

- Tuh Allah kahretsin, dedi.

Ben de düşündüm, iyi etmemiş, çocuğun keyfini kaçırmıştım, bir daha o diziyi keyifle seyretmedi.

 

‘Yassu Vre Teodorakis...’

Geceleri televizyondan sonra kulaklı radyo ile dünyaya açılıyoruz. Ocak 1986da, radyo keyfimi şöyle yazmışım, içerden B-1 koğuşundan:

“Bir süredir doğanın yeşiline, denizin mavisine, güneşin sular üzerinde oynaşmasına hasret yaşıyorum.

Karakışın ortasında, mevsimin ve konjonktürün kararttığı, ıslak soğuk günlerin geceden ne farkı var ki? Bu durumda ha gündüz yaşamışsın, ha gece...

Ben gece okuyorum, yazıyorum. Yaşıyorum.

Sabahın birinden sonra radyonun düğmesini de çeviriyorum, Yunanistan’a, sesi sesimize, ezgisi ezgimize, deniz tutkusu mavi özlemime benzeyen insanlardan kopup gelen bir cümbüş ki, sormayın. Zaman zaman Mikis Teodorakisin kabına sığmayan coşkun müziği ulaşıyor denizlerin ötesinden.

İşte o an karanlık maviye dönüşüyor, dışarının koca ahmak lambası sevecen bir güneş oluyor... Ve ben Ege’nin kuzubaşı, beyaz köpüklü lacivert sularına yelken açıyorum.

Esen imbattır artık, bağrımı serinletiyor, yelkenleri şişiriyor, serenin iplerinde ıslıklanıyor... Ötelerde bir martı denize pike yapıyor... Uzaklarda koylardan birinde, lacivert suların koynunda, dev bir istiridyenin içinden güzel Afrodit doğuyor... Bir daha... Bir daha... Bir daha...

Posseidonun ülkesindeyiz, tasasız, gamsız...

 

Yassu Vre Teodorakis!...

Sağmalcılar B-1den Egeye tüydüğüm o gecenin üstünden bir yıl geçmeyecek, bu yazıyı okuyan Teodorakis ile tanışacağız ve Atatürk Kültür Merkezinde verdiği konserin öncesinde, Türk-Yunan Dostluk Derneğinin kuruluşunu muştularken, o Yunan tarafının bildirisini okuyacak ben de Türklerinkini...

Neyse, arada hapishaneden bu tür tüymelerimizden kimsenin haberi olmadı; zaten olsaydı da, ne yapacaklardı, düşlerimizi de hapsedecek halleri yoktu ya!..



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İyi insan 19 Mart 2024
Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları