Herkes Mersin’e, biz tersine

21 Ağustos 2018 Salı

İçinde debelenmekte olduğumuz krizin, salt ABD’nin yaptırım kararlarının açıklamasının ürünü olmadığını, Rahip Brunson olayının da burada bir vesileden ileri geçmediğini, dolayısıyla, ortada kimilerinin ileri sürdüğü gibi, antiemperyalist bir direniş olmadığını daha önce belirtmeye çalışmıştım.
Brunson olayının kendisine gelince: Olay Trump’un Rahip’in derhal bırakılmasında diretmesi, Türkiye’nin de bağımsız yargının kararlarına müdahale oluşturan dayatmalara kulak asmayacağını söylemesinde düğümleniyor.
Burada kabul etmek gerekir ki Türkiye’nin ileri sürdüğü görüşün zayıf noktası, güçler ayrılığı ilkesine saygılı olduğu ileri sürülen ülkemizde, yargının bağımsız olduğu savıdır.
Her ne kadar temennimiz bu doğrultuda olsa bile, bu konuda ulusal ve uluslararası kamuoyları ve siyaset ile hukuk çevrelerinde çok ciddi kuşkuların varlığını yadsıyamayız.

***

Ülkemizde yargının bağımsız olup olmadığı tartışmasını bir yana koysak bile, somut konularındaki mahkeme kararlarında bile yargımızın temel hak ve özgürlükler konusunda çağın önde gelen yargı organlarına göre oldukça geri kalmış olduğu gerçeğini görmezden gelemeyiz.
Brunson somutunda olaya bakıldığı zaman ilginç durumlarla karşılaşılıyor.
Değerli gazeteci yazar Sedat Ergin Hürriyet’teki köşesinde, Brunson dosyasının geniş bir özetini verdi birkaç gün üst üste. Oradan benim de çevremdeki hukukçuların da edindiği izlenim, delillerin iddialara göre bir hayli hafif kaldıklarıydı.
Neyse onu da bırakalım bir yana.
Son olarak Brunson’un avukatı İsmail Cem Halavut’un ev hapsi ve yurtdışına çıkış yasağının kaldırılması yönündeki başvurusu üzerine İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği karara göz atalım: Mahkemenin talebi reddettiği kararında, gerekçeler arasında bir de “önceki incelemeden bu yana sanık hakkındaki adli kontrol tedbirlerinin kaldırılmasını gerektirir yeni bir delilin de ibraz edilmemiş olması” yer almaktadır.
Hemen belirtelim, adli tedbirler de, tutukluluk ile aynı çerçeve içinde ele alınır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, masumiyet karinesi ve buna bağlı olarak tutuksuz yargılanmanın da esas olduğunu göz önünde bulundurarak, tutukluluğun devamı için, tutukluluğa karar verilmesi sırasında ileri sürülen gerekçelerin yetmeyeceği, tutukluluğun devamını haklı kılacak yeni gerekçeler gösterilmesi gerektiğini çeşitli içtihatlarında karara bağlamıştır. Kısaca sayalım:
1- Tomasiu - Fransa (1992)
2- Yağcı, Sargın - Türkiye (1995)
3- Punzeilt - Çek (2000)
4- Cabalero - UK
5- İdaiov - Rusya (2012)
6- Ahmet Şık - Türkiye (8 Temmuz 2014)

***

Ahmet Şık - Türkiye kararının 55 - 56 - 57’nci paragraflarında özetle şu hususlar belirtilmekte: “Yakalanan kişinin suç işlediğine dair makul şüphelerin varlığı ve devamlılığı tutukluluğun devamının usulüne uygun olarak devam etmesi için olmazsa olmaz şarttır. Bununla birlikte belli bir süre geçtikten sonra bu gerekçe de yeterli olmamaktadır. Böyle bir durumda mahkeme, adli makamlar tarafından diğer gerekçelerin de ‘ikna edici’ ve ‘yeterli’ olmasına bakmalıdır...
Belli bir davada sanığın maruz kaldığı tutuklama süresinin makul süreyi aşmaması öncelikle ulusal adli makamlara düşen bir görevdir.
...Tutukluluk süresinin makul olup olmadığı soyut (in abstracto) olarak değerlendirilemez.”
AİHM bu kararında, mahkemenin tutukluluğun devamının zorunlu olduğunu gösteren yeni delillerin gerekli olduğunu söylemektedir. Tabii ki bunu sunmak da iddiaya düşmektedir.
Oysa İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi Brunson olayında, özgürlüğü kısıtlananın kısıtlama gerekliliğinin ortadan kalktığını ispatlaması gerektiğini ileri sürüyor.
Görülüyor ki, temel hak ve özgürlükler ve demokrasi konusunda, ulusal yargımız uluslararası arenada yaya kalmaktadır.
Türkiye siyasi tezlerini savunabilmek için, yargısını bağımsız ve de çağdaş anlayışa sahip bir yapıya kavuşturmak zorundadır.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İyi insan 19 Mart 2024
Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları