Öner Yağcı

Türkçemizle kıvanç duymak

22 Aralık 2018 Cumartesi

“Bir köylü toprağını ve öküzünü, bir marangoz tahtasını ve rendesini nasıl severse ben de Türk dilini öyle seviyorum” diyen Nâzım Hikmet, kendi dilinin en büyük ustasıdır. Onun dil sevgisi ve dille ilgili tavrı, tüm yazarların örnek alması gereken bir tavırdır.
Türkçemiz, yazındaki olanaklarıyla Sabahattin Ali’den Orhan Kemal’e, Sait Faik’ten Aziz Nesin’e, Orhan Veli’den Ahmed Arif’e, Yaşar Kemal’den Oktay Akbal’a, Can Yücel’den Fakir Baykurt’a, Halikarnas Balıkçısı’ndan Bekir Yıldız’a, Emin Özdemir’den Adnan Binyazar’a ve daha onlarca edebiyatçımızın yarattıklarıyla bize insanı, ölümsüzlük ve özgürlük arayışındaki insanı anlattı.
Asıl olarak insanın kendini tanımasını sağlayan ipuçları verdi tüm bu anlatılar. İnsanın, geleceğiyle ilgili düşüncelere ve bu düşünceler doğrultusunda eyleme yönelmesinin yollarını açtı. Özgür ve mutlu bir varlık olarak yaşamasında umutlar doğurdu.

***

Uygarlık bir bakıma insanın insanla ve doğayla ilişkisindeki birikimdir. Türkçemiz, uygarlığın başka dillerin konuşulduğu coğrafyalardaki başarısını çeviri aracılığıyla aktarıyor ve başka dillerin sahiplerinin birikimini de aktarıyor bize.
Çeşitli dillerden yapılan çeviriler de bizim kendimizi tanımamızı sağlıyor, bizi özgürleştiriyor.
Çeviriler neler katıyor yaşamımıza deyince çağlar öncesinin Homeros’u geliyor aklıma. Cervantes, Victor Hugo, Umberto Eco, Saramago geliyor. Yüzlerce yazar, ozan geliyor. Bunların zamanın aynasında el ele tutuşarak, kaynaşarak sundukları insan ve yaşam manzaraları geliyor.
Çeviri sayesinde başka dillerden çevrilmiş yapıtları okuyarak başka tarihleri, coğrafyaları, kültürleri, sanatın ölümsüzlük arayışını görüyor, başka insanları, toplumları, yaşamları tanıyoruz.
Başka dillerden çevrilen kimi yapıtlarla coşuyor, kimileriyle hüzünleniyoruz. Kimilerinde ağlıyor, kimilerinde gülüyoruz. Kimileri bizi yaralıyor, kimileri rahatlatıyor. Kimilerinden ürperiyor, kimilerinden bayram sevinçleri kapıyoruz.
İnsanlığın birikimini algılamayı ve algılatmayı başaran çevirimizle kıvanç duymalıyız.
Türkçeye çevrilen “klasikler”, Yunus’un, Karacaoğlan’ın çığırdığı türküler gibi ağlatıyor, güldürüyor, düşündürüyor, coşturuyor bizi. İlk cümlesi “kendini tanı” olan Montaigne ile, düşünmenin dili ile, “deneme” ile buluşabiliyoruz. Düş ve düşünme gücünü çoğaltan zenginlikleriyle Olimpos’u, Zeus’u, Prometheus’u öğrenebiliyoruz.
Çevirmenlerimizin bizi tanıştırdığı Fransız klasikleriyle, Sefiller’le, Kızıl ve Kara’yla, Balzac’la, France’la, Zola’yla, Rolland’la Hümanizma’yı, Rönesans’ı, aydınlanmayı, Fransız Devrimi’ni yaşayabiliyoruz.
Gogol’le, Tolstoy’la, Puşkin’le, Gorki’yle, Şolohov’la buluşunca, insanı geniş boyutlarıyla kavrayabiliyor, Sovyet Devrimi’ni anlayabiliyoruz.
Demir Ökçe’yi, Uçurum İnsanları’nı, Martin Eden’i okuyunca Amerika’nın nasıl emperyalistleştiğinin gizine ulaşabiliyoruz.
Moby Dick, Bitmeyen Kavga, Gazap Üzümleri, Çanlar Kimin İçin Çalıyor gibi yapıtlarla insanlığımızı bir kez daha duyumsayabiliyoruz.
Jean-Christophe’tan (Romain Rolland) yakın tarihi, Dünya Savaşlarını, Nazi Kamplarını öğreniyoruz, Ehrenburg’tan, Remarque’tan, Zweig’tan.
Latin Amerika’yı, onun kesik damarlarını görebiliyor; Neruda’yı, Jose Marti’yi, Octavio Paz’ı, Marquez’i tanıyoruz.
Sözün özü, çeviri olanaklarıyla da gürül gürül insanlığın tarlasını sulayan, insanlığın tarlasından bereketli ekinler sunan Türkçemizle kıvanç duyuyorum.
İnsan olmanın, yaşamı ve geleceği sahiplenmenin ilk adımıdır dilini sevip diliyle kıvanç duymak. 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Anadolu'nun seçimi 30 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları