Özdemir İnce

Hannah Arendt’ten bir alıntı

26 Temmuz 2020 Pazar

Bugün Hannah Arendt’in Siyasette Yalan (Sel Yayınları) kitabından uzun bir alıntı yapıp üzerinde düşünmeyi size bırakacağım:

***

Yalancı, normal koşullarda gerçekliğe yenik düşer. Gerçekliğin ikamesi yoktur; deneyimli bir yalancının ortaya koyacağı yalan ne denli geniş çaplı olursa olsun, bilgisayarların yardımına başvurulmuş olunsa dahi olgusal gerçekliğin boyutlarına ulaşamayacaktır. Yalancı yalanlarının kaçından ayrı ayrı yakayı sıyırırsa sıyırsın, prensipte yalancılık etmiş olmaktan yakayı sıyıramadığını görecektir.

Totaliter denemelerden ve totaliter hükümdarların yalanın gücüne duyduğu korkutucu güvenden (mesela geçmişi bugünün ‘siyasi çizgisine’ uyarlamak için tarihi sürekli yeniden yazabileceklerine ya da kendi ideolojilerine uymayan bilgileri saf dışı edebileceklerine olan inançlarında!) çıkarılabilecek derslerden biri de budur. Örneğin sosyalist bir ekonomide, işsizlere kolayca yok muamelesi yapıp işsizliğin varlığını inkâr edebileceklerdir.” (s.15-16)

***

Bu denemelerin şiddet araçlarını ellerinde bulunduranlar tarafından yapılması çok korkunç sonuçlar doğurur, fakat kandırmanın sonsuza kadar sürmesi bu sonuçlar arasında değildir. Belli bir yerden sonra her zaman yalanın kendine zarar vermeye başladığı bir noktaya varılır. Yalanların muhatabı olan seyirci kitlesi hayatta kalmak için hakikat ile yalanı birbirinden ayıran çizgiyi tamamen hiçe saymak zorunda bırakıldığında işte bu noktaya gelinir. Eğer hayatta kalmanız, önünüze sunulana güveniyormuş gibi yapmanıza bağlı ise size sunulan şeyin hakikat mi yalan mı olduğunun bir önemi kalmaz. Güvenilebilir hakikat, kamusal hayattan tamamen çıktığında, sürekli değişen insan meselelerinin en temel dengeleyici unsuru da onunla birlikte kaybolmuş olur.” (s.16)

***

Yalan sanatının geçmişte geliştirilmiş birçok türüne, şimdi iki yeni yalan çeşidi daha eklememiz gerekir. Birincisi, hükümet kadrolarında görev yapan ve Madison Avenue’nun (*) yaratıcılığından feyz alan halkla ilişkiler uzmanlarının tehlikesiz görünen yalanları. Halkla ilişkiler aslında reklamcılığın bir çeşididir, dolayısıyla kökeni de piyasa ekonomisinin dağıtacağı mallara ölçüsüz bir açlık duyan tüketim toplumuna dayanır. Halkla ilişkiler uzmanlarının zihniyetindeki sorun, bu insanların sadece kanaatler ve ‘iyi niyet’ ile, yani satın alma isteğiyle uğraşmaları, somut gerçekliği son derece düşük olan elle tutulamaz şeylerle meşgul olmalarıdır.” (s.16-17)

***

Halkla ilişkiler insanlarının yapıp ettiklerine gelen tek sınırlama, belli tip bir sabunu almak için ‘manipüle’ edilebilen insanların, kanaatler ve siyasi düşünceler ‘almak’ için manipüle edilemeyeceğini (tabii korkutularak buna da zorlanabilirler) keşfetmeleridir. İnsanın manipüle edilebilir bir varlık olduğunu varsayan psikolojik önerme, genel kanı ve uzman görüşü pazarında satılan başlıca ürünlerden biri oldu. Fakat bu tip doktrinler insanların kanaat geliştirme biçimlerini değiştirmiyor, kendi fikirlerine göre davranmalarını engellemiyor. Korkutmaya başvurmadan davranışları etkilemenin yegâne yolu hâlâ, havuç ve sopa göstermeye dayanan bildiğimiz ödül-ceza yaklaşımı. Kontrolden çıkmış çılgın reklamcılık atmosferinde büyüyüp siyasetin bir yarısının ‘imajyaratma’ diğer yarısının da insanları bu imajlara inandırma sanatı olduğunu öğrenmiş yeni nesil entelektüellerin, durumlar ‘teori’ ile çözülemeyecek kadar vahimleştiğinde neredeyse otomatik olarak eski havuç-sopa yöntemine başvurmaları hiç de şaşırtıcı değil..” (s.17)

***

Hannah Arendt, bu yazıyı ABD Savunma Bakanı Robert S. McNamara’nın hazırlattığı (1967) 47 ciltlik “ABD’nin Vietnam Politikasına Sürecinin Tarihçesi” yani o ünlü adıyla “Pentagon Belgeleri” serüveninin otopsisini yapmak için yazmış. Hani şu Haziran 1971’de New York Times tarafından yayımlanınca patlayan skandal üzerine: Neresi yalan, neresi gerçek, neresi doğru, neresi masal, ne kadarı imaj, ne kadarı fotoğrafın arabı?

Yalan gerçeği her zaman yenemese de en azından onunla eşit oluyor. Mertliği bozan delikli demirden bin beter bir durum. Öyle bir metin ki satır aralarında günümüzün ABD’si, Rusya, Çin, Hindistan, Güney Amerika ve ne yazık ki AKP Türkiyesi resmi geçit yapıyor.

***

Nota Bene: Ayasofya Müzesi değil Ayasafya Kilisesi camiye dönüştürüldü!

(*) Madison Avenue (Madison Caddesi), 1920’lerden itibaren Amerikan reklam endüstrisinin merkezi.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları