12 Eylül'den Ergenekon'a
Gazeteci Sevim Ertemur, bugünkü Cumhuriyet gazetesinde yer alan yazısında 12 Eylül'den Ergenekon davasına kadar gelinen noktayı ve Silivri'de yaşadıklarını anlattı.
Sıkıyönetim dönemlerini de gördüm, gazeteci olarak eğer demokraside yaşıyorsak daha rahat görev yapmak istiyorum.
“12 Eylül Askeri Darbesi”nden sonra İstanbul 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı bünyesinde oluşturulan askeri mahkemelerdeki pek çok davayı izlemiş birisi olarak aslında magazinden çok, biraz nostalji yapmak istiyorum. Sıkıyönetim mahkemeleriyle, Ergenekon soruşturması adı altında arka arkaya açılan, normal hayatta asla bir araya gelmeyecek pek çok insanın aynı kefeye konduğu davaların görüldüğü mahkeme arasındaki farklılıkları görsel açıdan görmek, kıyaslamak istiyorum!.. Demokrasinin kesintiye uğradığı 12 Eylül’den hemen sonra Ulusal Basın Ajansı’nda gazeteciliğe başlamıştım. Ve çiçeği burnunda bir gazeteci olarak da bir anda, o zamanki genel yayın yönetmenim Tanju Cılızoğlu’nun yönlendirmesiyle, pek çok meslektaşımın kapısından bile geçmek istemediği sıkıyönetim mahkemelerinin kapısında kendimi buldum.
Birçok acı olayın yaşandığı 12 Eylül öncesi gibi, darbeden sonra da pek çok acıların yaşandığına tanık oldum. Aylarca, yıllarca sorgusuz sualsiz tutuklu kalan, aylar, yıllar sonra haklarında dava açılan, cezaevlerinde insanlık dışı koşullarda yaşadıkları için “tek tip elbise eylemi” yapan tutuklular kadar ailelerinin de ne perişanlıklar çektiklerini, darmadağın olduklarını gördüm...
Silivri'de 12 Eylül'ü hatırlamak
Sanırım 12 Eylül Askeri Darbesi’nin faydasını gören az sayıda insandan birisi ise bendim. Günümüzde bile kadrolu olabilmek için meslektaşlarım yıllarca beklemek zorunda kalırken ben mahkemeleri izlemekle görevlendirilince 1 aylık muhabir bile olmamışken hemen kadroya kavuştum... Mesleğimi çok sevdiğim için de orada yaşananlar karşısında duyduğum üzüntü dışında zorluklara, olanaksızlıklara karşın çok keyifle çalıştım. Ünlü ünsüz pek çok insan tanıdım. Sonraki yıllarda bazılarının çok değiştiğini gördüm, bazılarının ise (Bunlardan birisi de DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’dir) tüm çamur atmalara, karalamalara karşın tertemiz kişilikleriyle bugünlere ulaştığını... Zaman zaman pek çok avukat nazımızı çekti. Savcıları ve yargıçları bugün düşündüğümde, onların bile o sıkıyönetim ortamında bize gayet saygılı davrandıklarını, bizi odalarına kabul edip istediğimiz bilgileri verdiklerini, görevimizi yapmamıza yardımcı olduklarını anımsıyorum. Geçmiş günleri, bugün daha iyi fark ediyorum... Zaten sürekli izleyen kaç kişiydik ki: Cumhuriyet’ten Deniz Teztel, Hürriyet’ten Özkan Altıntaş, TRT’den Sefer Bilirgen, ajanslar arası halefim Emel Armutçu, Tercüman’dan Ertan Gökalp, AA’dan Nalan Seçkin ve ben... Ayrıca DİSK davasını hiç kaçırmayan gazeteci Şükran Soner...
222. günde Silivri'de
Eveeet, rakamsal olarak hiç unutulmayacak bir günde Silivri’deyim. Balbay’ın tutukluluğunun 222. günü...
Mustafa Balbay nasıl? “Bunca zamandır neden hâlâ tutuklu?” diyen pek çok okuru, dostu, arkadaşı Balbay’ı merak ediyordur. Aslında şu anki haber müdürüm Hakan Kara, editör arkadaşlarım Aykut Küçükkaya ve Gamze Akdemir’le değişik zamanlarda gidip ziyaret edelim diye konuşmuştuk. Ama Mehmet Sucu’nun cenaze törenine gelen CUMOK üyesi Saniye Yurdakul’un Yurt Haberleri Servisi’nden Gülşah Durak arkadaşıma “Biz yarın Ergenekon duruşmasına gidiyoruz. Arabada bir kişilik yer var gelir misin?” teklifi üzerine bu ziyaretim düşündüğümden erken oldu. Gülşah’ın işi olduğu için ben de gruba dahil oldum ve duruşmanın yapıldığı Silivri’deyim...
Yolunuzu şaşırmamak için...
TEM yolundan gidince Kınalı’dan saparsanız bir anda kendinizi askeri lojmanların önünde buluyorsunuz. Yüzünüz buraya dönük olarak hemen yanından sağa sapınca da duruşmanın görüldüğü binanın oraya varıyorsunuz. Sağda bazı televizyonların canlı yayın araçları sizi karşılıyor. Solda ise davanın görüldüğü bina... Arabayı park ettikten sonra binaya girmek için kimliklerimizi uzattığımızda ilk şoku yaşıyorum. Kimliklerimizi, telefonlarımızı uzatıyoruz, çok güler yüzlü askerler işlemlerimizi yapıyor. Dava ilk başladığı zaman açıkçası muamelelerin bu kadar iyi olmadığını öğrendim. Ama benim karşılaştığım manzara çok iyiydi. Yolumuzu şaşırdığımız için geç kalmıştık, apar topar salona girdik. 2. Ergenekon davası görülüyor. Duruşma çoktan başlamış, Tuncay Özkan konuşuyor. Özkan, duruşmaya damgasını vuran “Yargıç-savcı-emniyet görevlisi akşam yemeğini” eleştiriyor ve yargıçları kaldığı F-12 koğuşuna davet ediyor: Deniz mi istiyorsunuz?.. Mavi patiskalardan deniz yaparız size!.. Gemi mi? Kâğıttan gemiler yüzdürürüz... Ardından da soruyor: Bu yemek ne zaman yendi? Ben gözaltına alınmadan önce mi, sonra mı yediniz?
Duruşmaları izleyen arkadaşım Hatice Tuncer’den öğrendiğime göre davanın asıl yargıcı mazereti nedeniyle gelmediği için yerine Hasan Hüseyin Özese bakıyor. Yargıcın, böyle bir soru soramayacağını söylediğinde ise Özkan, konuşmasını şu sözlerle sürdürüyor: “Burada, faşist diktatörlüğün muhaliflerini susturmak için oynadığı oyunların tragedyası yaşanıyor. Adalet mülkün temelidir diyen ve büstünün önünde durduğunuz insanın ilkelerini savunuyorsanız çekilin. Bu siyasi davanın siyasi sonucuna siz ortak olmayın...”
Balbay formunda görünüyor
Duruşma salonundaki dev ekranda Tuncay Özkan konuşurken hemen onun arkasında Mustafa Balbay görünüyor. Biliyorum ki “aylardır gözbebeklerinden ayrı kaldığı, özgürlüğü kısıtlandığı, oğlunun büyüyüşünü izleyemediği, çok sevdiği gazeteciliğini yapamadığı için” üzgün. Zaten daha sonra söz alıp “Benim gibi bir gazeteci için 1 gün bile burada bulunmak zuldür” diyor. Doğru... Ama köşe yazarlarına gönderdiği mektuplarında yazdığı, avukatıyla gazetedeki arkadaşlarına gönderdiği mesajlarında da söylediği gibi günde 2 saat spor yapan, 5 saat kitap okuyan Balbay formunda görünüyor. Ona da zaten bu yakışır. Yılmak yakışmaz...
Kimler geçmedi ki böyle mahkemelerden. Onu izlerken ben yine 12 Eylül sonrasına gidiyorum ister istemez. İlk aklıma gelen Abdullah Baştürk, Kemal Nebioğlu, tam bir İstanbul beyefendisi olan Mahmut Dikerdem, eski İstanbul Belediye Başkanı’nın eşi Reha İsvan’ın da aralarında bulunduğu pek çok insanı yargılamadık mı biz... Düşünsenize sadece “barış”ı savundukları için pek çok insan yıllarca cezaevinde yattı bir dönem... Unuttuk mu?
Gazeteci, ‘dış kapının mandalı’ sanki
Salonun en arkasında sağ köşede basın için ayrılan bölümde otururken beynimden Sıkıyönetim dönemindeki izlenimlerim bir film şeridi gibi geçiyor. Olaganüstü hal nedeniyle zorluk çekmedik mi? Elbette çektik. Ama o sıkıyönetim dönemiydi.. Ve ilk başlardaki sıkılık aşağı yukarı 4 yıl sonra biz gazeteciler açısından daha rahattı. Daha rahat görev yapabiliyorduk. Salona rahatlıkla girip, yargıçların kürsüsünün hemen önüne kadar gidip, sanıkların, yargıçların ya da savcıların fotoğraflarını çekebiliyorduk. Bu konuda hiçbir engellemeyle karşılaştığımızı hatırlamıyorum. Zaten bizim yerimiz, yani basının yeri hemen sağda, savcıya yakın, sanıkların kimini önden, kimini yandan, avukatları da tam karşıdan görebildiğimiz bir yerdeydi. Yani olaya tam olarak hâkimdik. Tamam köşe yazarları, gazete yöneticileri ya da yazıişleri müdürleri hakkında davalar açılıyor, habere, fotoğraflara sansür geliyordu ama orada görevli olan bizler işlerimizi baskı görmeden yapabiliyorduk. Savcılık katına da çıkıp rahatlıkla ifadeye gelen gazetecilerle ilgili gelişmeleri izliyor, koridorda fotoğraflarını çekiyor, onlar gittikten sonra savcının odasına girip bilgileri alabiliyorduk. Sonra da basın odasına inip haberimizi yazdırıyorduk. Çok iyi hatırlıyorum, o zaman Cumhuriyet muhabiri olan arkadaşım Deniz Teztel (12 Eylül darbesinden sonra yazarları en çok yargılanan gazete yine Cumhuriyet’ti) çektiği fotoğrafların filmini, ifadeye gelen müdürüne ya da yazarına verip gazeteye gönderiyordu.
Gazeteciler adliyeye yaklaşamadı
Bugün bu böyle mi? Savcı Zekeriya Öz’ün yürüttüğü Ergenekon soruşturmasını düşünüyorum. Malumunuz Devlet Güvenlik Mahkemeleri bile kaldırıldı. Avrupa Birliği (AB) yolunda demokratikleşiyoruz ya, o mahkemelerde yargılananlar artık “normal” ağır ceza mahkemelerinde yargılanıyormuş gibi kabul ediliyor. Doğal olarak soruşturmalar da “özel yetkili ağır ceza mahkemeleri”nde görevli “özel yetkilendirilmiş” savcılar tarafından yürütülüyor.
Peki, basın bu AB yolundaki demokratikleşmenin neresinde? Kapının önüne konulmuş durumda. Hatırlayın, İlhan Selçuk dahil bu ülkenin aydınları gecenin bir yarısında evlerinden derdest edilip gözaltına alındığında, emniyette, sonra da savcılıkta sabahlara kadar ifadeleri alındığında basın içeriyi görmek şöyle dursun yaklaşabildi mi Beşiktaş’taki Adliye’ye? Hayır. Ancak dış kapının önünde bekleyebildi; polislerin arasından güçlükle çekebildi fotoğrafları ya da görüntüleri. Bilgileri ise dışarıya çıkan avukatlardan alabildi. Amaaa tabii ki sivil bir iktidarın olduğu bir dönemde “yandaş medya” hariç... Onlar ayrıcalıklı. Sıkıyönetim döneminde ise görev yapan ve yukarıda isimlerini yazdığım arkadaşlarımın hepsi davalar başlamadan, avukatlardan önce iddianameyi ya da hakkında soruşturma yapılan kişiyle ilgili bilgiyi alabiliyordu.
(Lütfen, bu karşılaştırmalarımdan kesinlikle 12 Eylül Askeri Darbesi’ni savunduğum düşünülmesin. Ben sadece bugün ve o dönemdeki gazeteciliğim sırasındaki gördüklerimin, yaşadıklarımın bir karşılaştırmasını yapmaya çalışıyorum. Özgürlükleri kısıtlananlar için altın köşk dar gelir, bu gerçeği biliyorum...)
Silivri’de de durum Beşiktaş’tan çok farklı değil. Televizyonların naklen yayın araçları, foto muhabirleri de yine dışarda bekliyor. Ancak dışarıda herhangi bir şey olursa onu çekip izleyicilerine, okurlarına ulaştırıyorlar. Duruşma salonunda ise gazeteciler “kuşbakışı” yargılamayı izliyor. Ekranlar olmasa hangi sanığın konuştuğunu, ne yaptığını görmeleri bile mümkün değil. Zaten aval aval ekranı da izlerse not tutması biraz zor. Bilmiyorum ki, bir darbe dönemini atlatmış olan ben mi çok şey bekliyorum? Gazeteciler “kamuoyunun gözü kulağı” değil mi? O halde sanıkları görebilen bir yerde oturmanın yanı sıra rahatlıkla fotoğraf çekebilme özgürlüğüne sahip olmaları gerektiğini de düşünüyorum...
Silivri'de çalışma ortamı
Silivri’de görevli gazeteci arkadaşlarım çalışma ortamından memnunlar. Çünkü duruşmaların başladığı günden bugüne lehlerine gelişmeler olmuş. En azından bir basın odaları var ve dizüstü bilgisayarlarında haberlerini yazıp gazete veya televizyonlarına “online” olarak anında gönderebiliyorlar. Kahvaltılık poğaçalarını binaya sokamamaları artık sorun değil. Ama ben ister istemez Silivri’deki salonu olağanüstü dönemde DİSK, Barış Derneği ve Dev-Sol gibi davalarının görüldüğü Metris’teki spor salonunu ve Selimiye’deki diğer mahkeme salonlarıyla kıyaslıyorum. Gazetecilerin “dış kapının mandalı” muamelesine tabi tutuldukları dikdörtgen şeklinde, büyük bir salon. İzleyicilerin, avukatların giriş yaptığı iki kapının tam karşısında yargıçların ve savcıların aynı hizada olan yüksek kürsüsü. Arkalarında bilindik “Adalet Mülkün Temelidir” yazısı ve hemen üstünde Ulu Önder’in büstü... Onların önünde mahkemenin kaleminde çalışan bir memur oturuyor ama sanırım işlevsiz, çünkü kürsünün iki yanında dev ekranlar var, duruşmada yapılan konuşmalar sonradan bantlardan çözülüyor. Yargıçların tam karşısına, etrafı korkuluklarla çevrili halde tutuklu sanıklar, onların hemen arkasına da, bir bölmeyle ayrılmış tutuksuz sanıklar. Sanıkların iki tarafları boydan boya avukatlara ayrılmış. Arada bir koridor var. Yargıçların ordan bakınca, koridorlar avukatların arasından kapıyla dışarıya açılıyor. Anımsayabildiğim kadarıyla sağdan sanıklar, soldan ise heyet salona girip çıkıyor.İzleyiciler bu büyük salonun en sonunda. Yani avukat ve basın girişlerinin olduğu kapıların hemen yanında, solda.
Metris’te ise izleyiciler ve aileler ya da yurtdışından gelen gözlemciler spor salonunun seyirci bölümünde oturur, uzak da olsa yakınlarının yüzlerini görebilir, gözleriyle de olsa hasret giderirlerdi. Sanırım tutuklu birisi için bu çok önemlidir. Basına da Silivri’deki salonda en sonra, sağda bir bölüm ayrılmış. Uzaktan sırtından sanıkları, karşıdan da gözleri atmaca gibiyse heyeti görüyorlar. “Efendim iki tane ekran var, ekranlara bakın” diyorsanız, mecburen öyle yapıyorlar. İleriye doğru gitmeleri yasak... Ben bu “yasak” kelimesini sıkıyönetim döneminde çok duymuştum “er”lerden... Özel tele- vizyonlarda medyanın çok genişlediğini düşününce, gerçekten hangi salon olursa olsun, tüm gazeteciler birden hücum edince büyük kargaşa yaşanacağını biliyorum, ama yine de “Demok- ratik bir ülkeyiz” diyorsak basının yerinin burası olamayacağını ısrarla vurguluyorum...
Hükümlülerin ellerine sağlık
Merak etmeyin her şey bu kadar kötü değil. Tabii ki saatlerce gidiyorsunuz davayı izlemek için. Salon dağın başında, Geçenlerde İstanbul’u sel götürdüğünde, Silivri Cezaevi’nde de bazı bölümleri sular basmıştı. Bu nedenle duruşma ertelenmişti. Sanıklar duruşma ertelendiğinde cezaevine gittiklerinde tutukluları ellerinde kova ve leğenlerle koğuşları temizlerken bulduklarını anlatıyor, “Biz de hemen temizliğe giriştik” diyorlar. Kaygıları ise bir yağmurda koğuşları sel basarsa, kışın kar yağdığında duruşmanın bu salonda yapılamayacağı. Sanıklardan birisi, 1 yılda böylesine dökülen bir cezaevi ihalesinin incelenmesi gerektiğine vurgu yapıyor.
Özür dilerim, iyi şeyden bahsedecektim değil mi? Hani ilk girişte binayı anlatmıştım ya, binaya girince sağda, duruşmadan çıkınca lokanta var. Karşı taraf ise kafeterya, basın odası, avukatlar odası. Duruşmalar ilk başladığında davayı izlemeye gelenlerin bu dağ başında yiyecek hiçbir şey bulamadıklarını hatırlıyorum. Şimdi güzel bir lokanta oluşturulmuş. Yemekleri cezaevindeki hükümlü aşçılar yapıyor, servisler de açık cezaevindeki hükümlülerden... İnanılmaz ama yemekler enfes... Lezzetli... Fiyatlar da o kadar iyi. O gün mönüde “orman kebabı, bostan kebabı, pilav, salata, yoğurt, cacık, fırın tavuk, mercimek çorbası ve sütlaç” vardı. Ben o gün çorba ve yoğurt yedim, 2.5 lira ödedim. Tüm ana yemekler 5, tatlı 2.5, salata 1.5... Gurme gazetecilere duyurulur. Cezaevindeki tutuklu ve hükümlüler için de aynı yemeklerin çıktığını umarak emeği geçen hükümlülere, ilgililere teşekkürler.
Eveeet yazılacak o kadar çok şey var ki. Bir gazeteci olarak resim çekemediğim için üzgünüm. Bu anlattıklarım fotoğraflarla daha bir anlamlı olabilirdi. Ama bir nebze de olsa sizi duruşmanın yapıldığı binanın ve de salonun içine dahil edebildiğimi düşünüyorum...
En Çok Okunan Haberler
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi
- 35 milyon TL değerinde altın sikke ele geçirildi
- Türkiye'den Şam Büyükelçiliği'ne atama!
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 21 kişinin daha hastanelik olduğu ortaya çıktı
- Kayıp Amerikalı Suriye'de bulundu: 'Hacıyım' dedi...