ABD'de Başkanlık Seçimi: Bir Değerlendirme
Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman hemen hemen tüm yazılarında gerek ABD’de ve gerekse AB üyelerindeki ekonomik krizin “kemer sıkma” politikalarıyla daha kötüye gideceğini ve işsizliğin artacağına değinirken, Roosevelt’in kamuda iş yaratma politikalarının ülkeyi Büyük Buhran’dan kurtardığına işaret etmektedir.
Barack Hussein Obama başkanlık seçimini kazandı. Amerikan başkanlarının güttüğü siyasalar dünya ve Türkiye’yi yakından ilgilendirdiğinden, tarihte ve bugün onların, gerek iç ve gerekse dış siyasada oynadıkları rolün bir değerlendirmesini yapmak yerinde olacaktır.
ABD’de başkanlık seçimleri her zaman renkli ve biraz gürültülü geçer. Bu son seçimde iki temel konunun ağırlığı nedeniyle sanki seçim tartışmalarına biraz da hüzün eklenmişti. İki temel konu ise şu: ABD ve Batı dünyasındaki ekonomik kriz ve dış politikada henüz çözümlenmemiş ağır konuların bulunması.
Tüm bu konuların ağırlığına karşın Cumhuriyetçi aday Mitt Romney ve yandaşlarının saldırgan söylemleri sürdü gitti. Romney ve yandaşları, özellikle son yıllarda yeniden büyük bir hezimete uğrayan kapitalist sistemin içinde bulunduğu zor durumu göz ardı ederek, küreselleşme gerekçelerini arkalarına alarak, ekonomik, toplumsal gerçekleri görmeyerek, 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki görüşleri vurgulayıp durdular.
Kuruluş yıllarında siyaset Amerika’nın en yetenekli ve ileri görüşlü insanlarını politikaya çekmiştir. Ancak sanayileşme hızlanınca ve özellikle iç savaş sonrası gelişmeler sonucu o ülkedeki yetenekli kişiler siyaset dışına kaymış ve sanayileşme atılımları içinde yer almıştır. Kuruluş döneminde John Adams, James Madison, Alexander Hamilton, John Jay gibi “cumhuriyetçi” devlet adamlarının isimlerini bilmemize karşın, Abraham Lincoln’den sonra, Wilson dışında, Roosevelt’e kadar devlet başkanı olmuş kişilerin adlarını pek anımsamayız.
Amerika’da “sol” diye tanımlanan görüşler, genelde, var olan ekonomik sistemi sorgulamıyorlar. ABD’de “solculuk”, savaş karşıtı tutumlar ve; örneğin, Siyahlara, “Yerlilere” eşitlikçi muamelenin gerekliliği üzerinde odaklanıyor. Ancak 30’lu yılların başlarında Franklin Delano Roosevelt iktidara gelince ve ekonomik Buhran’ın etkisiyle var olan Ekonomik düzeni sorgulayan kişiler, düşünürler, üniversite öğrencileri, bürokratlar, hatta üst düzey yöneticiler ortaya çıkmaya başladı. Lillian Hellmann gibi bir yazar o dönemin bir ürünüdür. Roosevelt Ekonomik Buhran nedeniyle çökmüş ekonomik düzeni düzlüğe çıkarabilmek için bir ölçüde “devlet müdahalesi”nin gerekliliği üzerinde durdu. Ve bazı konularda bunu yerine getirdi. Örneğin, işsizliğe çözüm bulmak için geniş çapta karayolları yapımına girdi. Her yıl taşması sonucu çevresini harap eden, yöreyi yoksulluğun alt sınırında tutmaya yargılı kılan Tennessee Nehri’ni kanallarla, setlerle kontrol altına almayı devlet katkısıyla yaptı.
ABD’deki sosyoekonomik düzen
ABD’deki sosyoekonomik düzeni bir ölçüde sorgulayan “New Deal” (Yeni Düzen) politikasının sonunu getiren Roosevelt’in ölümü değildi. Esas neden soğuk savaşın başlamasıydı. Sovyet Rusya düşman ilan edilince o düzeni çağrıştıran ılımlı olan sosyal demokrat görüşler bile töhmet altında bırakılmaya başladı. Bazı öğrenciler, hatta yöneticiler komünist partisi üyesi olmuşlardı. “Kızıllar” olarak tanımlanan bu grup geniş değil, ancak etkiliydi. Birkaçının da Dışişleri Bakanlığı’na sızmayı başardığı savlanıyordu. Soğuk savaşın başlattığı ortamda bırakınız komünist görüşleri, sosyal demokrat görüşler bile töhmet altındaydı. Bu durum Senatör McCarthy döneminde hızlandı.
Ancak tüm bu olumsuz gelişmelere karşın, bazı etkin düşünürlerin tutumları ve bazı sivil toplum kuruluşlarının çaba ve faaliyetleri sonucu toplumsal konulara ve insan haklarına duyarlı görüşler bir ölçüde korunuyordu. Bu kuruluşlardan biri 1920’de kurulmuş olan “American Civil Liberties Union”dur (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği). Denebilir ki McCarthyism büyük ölçüde bu birliğin çabaları sonucu sona ermiştir. Bir başka önemli kuruluş da 1947’de kurulan Americans for Democratic Action’dır (Demokratik Eylem İçinde Amerikalılar). Kurucuları arasında Eleanor Roosevelt, işçi önderi Walter Reuther, iktisatçı Kenneth Galbraith ve tarihçi Arthur Schlesinger Jr. vardır. Bu kuruluş hemen her alanda araştırma yapar ve pek çok konuda ilerici siyasalar üretir ve önerir. Kamu eğitiminin yaygınlığının demokrasinin gelişmesine büyük katkısı olacağı inancını taşır. Bu kuruluşlar hâlâ faaldir.
1929 Ekonomik Buhranı’na kadar 19. yüzyıl ekonomi politikasını benimsemiş Amerikan yönetimi, ancak Roosevelt döneminde 20. yüzyıl ekonomi politikasını bir ölçüde uygulamıştır.
Kamuya önem veren halkçı siyasalardan yana olan görüşler Roosevelt döneminde soluk almış, Adlai Stevenson’ın başkanlık yarışında Eisenhower’a yenilmesi ile duraklamış, J.F. Kennedy’nin karizması ile tekrar gündeme gelmiştir. Reagan ve her iki Bush yönetimlerinde de geriye itilmişlerdir. Clinton, başkanlık döneminde daha insancıl politikalar gütmek istemesine karşın, ayakta kalabilmek için, “orta yolu” seçmek ve istediği sağlık politikasını daraltmak durumunda kalmıştır. Reagan ve her iki Bush döneminin küreselleşmeden ve genelde zenginden yana politikaları en sonunda Amerikan ekonomisini olumsuz etkilemiştir.
Ekonomik krizin çözümü
Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman hemen hemen tüm yazılarında gerek ABD’de ve gerekse AB üyelerindeki ekonomik krizin “kemer sıkma” politikalarıyla daha kötüye gideceğini ve işsizliğin artacağına değinirken, Roosevelt’in kamuda iş yaratma politikalarının ülkeyi Büyük Buhran’dan kurtardığına işaret etmektedir. Ve ayrıca Keynes’in şu görüşüne de ısrarla yer vermektedir: “Ekonomik Buhran döneminde ‘kemer sıkma’ politikaları, buhranı daha da çözülmez duruma getirir. ‘Kemer sıkma’ politikası ancak ekonominin gidişatının iyi olduğu dönemlerde uygulanmalıdır.” Bu görüş Avrupa Birliği içinde de kendini göstermekte, Almanya’da Merkel yönetiminin kemer sıkma politikasına Fransa’nın yeni başkanı Holland tümüyle karşı çıkmakta ve ekonomik düzlüğe varmayı ancak kamunun iş olanakları yaratmasında görmektedir.
Ekonomi politika konusunda Romney için “kapitalist sistem” en büyük değerdir. Şirket yönetimindeki deneyim ve başarısı sürekli gündeme getirilmiş, sanki bir şirket-devlet anlayışının altı çizilmiştir. Daha insancıl ekonomi politika gütmeden yana olması nedeniyle Barack Obama’nın 2. kez başkanlığa getirilmesi, aynı zamanda toplumsal konuların, halkın haklı isteklerinin gündemde kalmasını sağlayacaktır.
Obama ilk başkanlık yıllarında ABD’deki ekonomik bunalımla başetmek zorunda kalmış, kamuyu aktive ederek iş yaratma yönünü seçmiştir. Dış politikada ise ABD açısından Irak Savaşı’nı sonlandırmış, Afganistan’dan Amerikan ordusunu çıkarma planını yapmış ve tüm dünya ülkeleriyle ön planda barışçıl ilişkilerde olmaya özen göstermiştir. Dış politika konusunda Obama, Romney’e göre daha bilgili, daha tecrübelidir. Küreselleşmeden yana olmasına karşın, deneyimleri itibarıyla Romney’in daha “yerel” bir kişiliği var.
Obama’nın ise daha evrensel düşünebilen bir kişiliğe sahip olduğunu düşünebiliriz.
En Çok Okunan Haberler
- Son anket: AKP eridi, fark kapanıyor
- Adliyede silahlı saldırı: Ölü ve yaralılar var!
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- Ayşenur Arslan’ın Colani ile ilişkisi
- Hatay’da yaşayan Alevi yurttaşlar kaygılı
- Serdar Ortaç: 'Ölmek istiyorum'
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- NATO Genel Sekreteri'nden tedirgin eden açıklama
- Türkiye'den Şam Büyükelçiliği'ne atama!
- 21 kişinin daha hastanelik olduğu ortaya çıktı