'Acılı, hakları yenilmiş, bastırılmış duyguların insanları onlar...'

Osman Şahin uzun bir aradan sonra yeni yazdığı öyküleri Darağacı Avı'nda topladı. Şahin, yıllardır kalem oynattığı coğrafyada Çukurova çevresindeki yaşantıları, yıllardır var olan olayları usta dil işçiliğiyle kurguluyor. Bu kez karşımıza Bamedi köylülerini, sözlü halk anlatım geleneğinin Toroslar'daki son temsilcilerinden Bey Analar'ı çıkarıyor örneğin ve tabii, en sert metni de kitaba adını veren 'Darağacı Avı' öyküsüyle oluşturuyor. Kanlısını öldüren Miran'ın darağacı başında kanlısının çürümesini bekleyen, bu bekleyiş anlarında bilincini yitirişine tanık olup sarsılıyoruz. Osman Şahin'le yeni kitabı üzerinden hâlâ devam eden dramlar üzerine konuştuk.

'Acılı, hakları yenilmiş, bastırılmış duyguların insanları onlar...'
Abone Ol google-news
Yayınlanma: 30.09.2010 - 08:17

-Kitaba adını veren 'Darağacı Avı' öykünüz ilk anda okuru sarsıyor. Kanlısını öldüren Miran'ın ölü ile günler süren hesaplaşmasına tanık oluyoruz. O arada insanlık denilen kavramın bir ölü karşısında verdiği savaşım var. Bu öykünüzdeki acımasız Miran tipini besleyen kültürel altyapıdan söz eder misiniz?

- Miran, öldürüm kültürünün temel motiflerinden biri. Ölümü, öldürmeyi kültleştirmiş. Bir ölümle yetinmez, kurbanın ölüsüne ölümün bin halini yaşatmaya çalışır. Öldürmeye bu denli düşkünken, özünde korkağın teki. Öldürürken şahindir ama öldürülmekten ödü kopar. Böyleleri yaşamı başkalarının ölümünde görüp tanır. Bununla da yetinmez, kurbanının karısına ölünün yanı başında zorla tecavüz edecek kadar insanlıktan çıkar. Kan davasının küçükten beri körüklediği hırs ve kin, insanlığını körleştirmiş. Çocukluğundan beri yaşamını öldürme ve ölüm kültürüne bulaştırarak heba etmiş, küçücük dünyasını kurbanının kanı üstüne kurmak istemiş. Kan üzerine dünya kurulmaz oysa. Kanın aktığı yerde toprak mezarlaşır. Kan dökmek kadar insan soyunu küçülten bir şey yok. Miran tipi, kendi öfkesinde çürüyen biri. Ona göre ölçü, ölçüsüzlük. Korku ve aşağılık duygusu özsuyu. Hasta ruhlu. Yenemeyeceği tek düşman kendisi. Günlerce ölüm, korku ve dehşet kozasının içinde döner durur. Ölü baskısı altında kalmış, öç ve kinle donanmış bir kalıntı. Yıllardır süren bir öldürme içgüdüsü, kişiliğinin bütün alanlarını kurutmuş çoraklaştırmış. Bu durum onun öç alma düşüncesini, düşmanlığını, canını aldığı ölüyle olan öfkesini kemikleştirmiş iyice. Bu arada 'Darağacı Avı' öyküsünün beni çok uğraştırdığını söylemeliyim. Bugüne kadar yazdığım en 'harlı' öykülerden biri. Bu öykünün yazımında ne kadar yükseğe çıkabileceğimi, ne kadar derine inebileceğimi görüp yaşadım, diyebilirim.
 

'Sarı yatak öyküsünde devlet eleştirisi var'

- Bu öykünüz aynı zamanda korku-gerilim türüne de yakın duruyor biraz. Zaten öykünüzü usta sinema yönetmeni Alfred Hitchcock'un anısına ithaf etmişsiniz?

- Doğru, katılıyorum. Bir öykü ve gerilim öyküsü 'Darağacı Avı.' Öyküyü, Alfred Hitchcock'a ithaf etmemin nedeni, öykünün finalindeki tecavüz sahnesi ile onlara bakarmış gibi görünen ölü gözlerinin ağır ağır kapanması sahnesini biraz fantastik bir kurgu ve dille yazdığım için. Hitchcock filmleri beni derinden etkiledi.

- İkinci öykünüz 'Sarı Yatak'ta ise tam bir insanlık dramı söz konusu. Biraz da trajikomik bir olayın anlatımı gibi. Bilinen basit bir sarı sünger yatağın gerisinde ne büyük toplumsal dramlar yatıyor? İroni de olsa özünde müthiş bir acı var. Ne dersiniz?

- Sözcükleri durdurmadan, devinim halinde bırakarak, bir kamera gerçekliği ile yazdığım öykülerden biri 'Sarı Yatak.' Öyküde anlatmaya çalıştığım Mardin yöresine, Güneydoğu Anadolu'ya sokulmuş Arabistan'ın çölbaşıdır diyebiliriz. 'Sarı Yatak'ın okura görünmeyen yüzünde devletin eleştirisi var. Feodal ağalık kurumu bütün gücüyle yaşıyor. Henüz kadınlaşmamış, on üçündeki Pero kızın, üç karılı, yetmişlik ağa ile evlenmesinde devlet yok. Pero'nun ve köylülerin kimlik kâğıtları yok. Günümüzde para babalarından Halis Toprak'ın milyonlar dökerek torunu yaşındaki kızla evlenmesi gibi. Öykünün girişinde yazdığım kurtlu, solucanlı, sülüklü, gübre şerbeti rengindeki, pis kokulu sarnıç suyunu yıllardan beri köylüler içerlerken de devlet yok. Pero kız öldürülünce hükümet tabibi, savcı ve jandarma olarak devlet boy gösterir orada. Öyküde anlatılan yörelerde gülen, gülüşünü çoğaltan bir insana rastlayamazsınız. Oralarda karın doyurmanın adı 'yaşamak'tır. Ağalık kurumunun olduğu yerde hiçbir düşünce gelişip kökleşemez. Zaman donar, düşünce fosilleşir. Aşiretler kadar, ağalık kadar değişime direnen kapalı bir toplum az bulunur. Aşiretçilikte tek yasa ağa ile şeyhtir. Ağanın söylediği töredir. Böyle ortamlarda insanlar müritleşir. Ağalığın, aşiretçiliğin diğer belirgin bir özelliği de 'bölücülüktür, kavgacılık ve kan davası' kültürüdür. Herkes kendi aşiretini tutar. Aşiretçilik anlayışı diplerini oyar. Dibini göremedikleri her şeyi derin sanır, kuşkulanırlar. Topraksızlık ve yoksulluktur ora insanlarını birbirine bağlayan. Acılı, çarpık, hakları yenilmiş, hiçbiri bulunduğu yerden memnun olmayan, bastırılmış duyguların insanlarıdır onlar. Yiyecek ekmeği, içecek suyu olmayanın onuru, düşüncesi de olamaz. Bin yıllık ağalık kurumunun sürüngenleştirdiği insanlardır. Uygarlığın giremediği ağa-tarikat bağlamı altındaki insanlar asla birey olamaz. Kendilerine ikinci cumhuriyetçi diyen gerici insanlar, tarikatları, sivil toplum kuruluşu olarak görüyor. Tarikata bağlı insanlar birey olamaz, ancak kul olurlar. Bu yüzden oralarda ulusal bilinç, çağdaşlık gelişemez. 'Milli irade' hiç oluşmaz. Olsa olsa kulluğun iradesi olur. Yeri gelmişken bir gerçeğe parmak basmak istiyorum: Kapitalist sistemin ürettiği malları, cep telefonu, koka kola, araba, TV seyreden, kullanan birey olamaz. Birey olabilmeleri için feodalizmin bir ileri aşaması olan kapitalist üretim biçimine geçilmesi gerekir. Son söz olarak şunu söyleyebilirim; eğer devletimiz Doğu ve Güneydoğu'da iyice etkin olabilseydi, birer ortaçağ kurumu olan ağalık ve şeyhliği ortadan kaldırabilseydi, daha gelişmiş bir ileri toplum olacaktı. Ben de 'Sarı Yatağı' yazmamış olacaktım.
 

'Bir dram öykücüsü olarak görürüm kendimi'

- 'Beyanalar'a ne demeli? Birçok okurun bilmediği, duymadığı Toroslar'ın anlı şanlı masal anaları, masal anlatılarıyla tanıştırıyorsunuz bizleri. Yani, başta belki edemedim, bize büyük bir kültür takdimi yapıyorsunuz, salt okuma ediminin yanı sıra?

 

- Aslında 'Beyanalar'dan apayrı bir kitap oluşturabilirdim. Beyanalar çocukluğumun, kuşağımın gerçek yaşamış masal analarıydı. Binlerce yıllık sözlü halk anlatım geleneğinin yaşayan son temsilcileriydiler. 'Yedi acının anaları' derdik onlara. Beyanalar, öyküde yazıldığı gibi üç kişi değildi, Fatma Beyana, Dudu Karı, Sarıkız Aşşa(Ayşe) gibi başka kadınlar da vardı. Kara Hapa'nın otuz beş yıl önce yaktığı ağıtların kasetini hâlâ saklıyorum.

 

Yüzleri, yaşlılığın, yorgunluğun derin diş izlerini taşırdı. Her zaman çok yaşlı ve eski görünürlerdi. Gözyaşı ve ağlama izleri vardı yüzlerinde. Anlattıkları masallar bize birer vahiy gibi gelirdi. Duyduğumuz, bildiğimiz bütün anlatıların doğum kalıbı onların ağzından çıkmaydı. Ne zaman masal anlatmaya kalksalar, içimiz baş döndürücü dinlemelerle dolardı. Masallar, onların sesinde, yüzünde canlanırdı. En eski anlatıcıların kokusunu bilirlerdi. Ahlaksızlıkları, yiğitlikleri, yırtıcı yalanları, sonu ölümle biten aşkları anlatırlardı. Sözün, haysiyetin vitrini, masalların senfonisiydi onlar. Yoğun şimşeklerin, gök gürültülü yağmurların, karabulutların örttüğü Toros göklerinin altında doğmuş büyümüşlerdi. O bulutların altında gelin olmuşlar, doğurmuşlar, gülmüşler, ölmüşlerdi. Yıllar önce Ümmülü Ana'yı gördüğümde çok yaşlanmıştı. 'Hayatımı yaktım, ağzımda külün tadı bile kalmadı oğul' demişti.

 


- Son öyküde ise sağlam karakterli Çatal Celal'le karşılaşıyoruz. Vefa ve arkadaşlık duygusunu işliyorsunuz. Karla kaplı yollardaki arkadaşlığı, naif, temiz ve saf duygular kazandırdığınıza tanık oluyoruz insanlara?

 

- Çatal Celal Amca yazdığım gibi bir insandı. İki metrelik boyu, kalın çizgilerle dolu geniş mekânlı yüzü ve gür kahkahalarıyla dikkat çekerdi. İlkokul mezunuydu, kitap okurdu, dine karşı değildi, akılcıydı. Dini kullanan yobaz takımına karşıydı. Yağmur duasını çıkan yobaz takımına karşı: 'Efendim, radyo durmadan hava durumunu söylüyor. Alçak basınçtan ile yüksek basınçtan söz ediyor. Sizse hayır dualarla yağmur getireceğinizi sanıyorsunuz' diye bağırırdı.

 

- Otuz dokuz yıllık öykü yazarı olarak bize yazarlığınızdan biraz söz eder misiniz? Edebiyat nedir sizce?

 

- Jean Paul Sartre'ın yıllar önceki sözüyle yanıt vereyim size: 'Edebiyat, insan özgürlüğünün sürekli belirtisidir. Edebiyat dünyaya katılmaktır.' Bana göre edebiyat, uygulamalarla, yazmalarla inceltilmiş bir sözcük dokuma sanatıdır ve edebiyat hiç bitmeyen, sonsuz bir süreçtir. Her yazar kendi iç dünyasına eğilmeli, kendi iç dünyasını sözcüklerle fethetmeye çalışmalıdır. Öykülerimin bütününde acı ve gerçekler vardır. Çünkü yaşamım öyleydi. Hep olaylar gördüm, olaylar içinde yaşadım. Olayı insan yaratır. Olayın olduğu yerde insan vardır. Olaylar insanları etkiler ve onları değiştirmeye zorlar. Bu yüzden bazı olayların eğitici yanları vardır. Kısacası yazdığım öyküler yaşadığım dünyanın ve geçmişimin acı burkucu olaylarının tutanağı gibidir. Bu yüzden bir dram öykücüsü olarak görürüm kendimi. Yazarken her sözcüğün ayrı bir kokusu, ayrı bir iç sesi olduğuna inanırım. Her sözcüğün birer yüreği, canı, kanı olduğuna inanırım. Yüreksiz yazı, boş sözdür. Söğüt odunun ateşi gibi ısıtmaz insanı.

 

Yazar ve sanatçının yaşamı koskoca bir yalnızlıktır aslında. Yalnızlık bazen acı veren bir duygudur. Zehirli sarmaşık gibi sarar içini. İyi bir öykü ortaya çıktığında içim şekerlenir, yaşadığım hayatla barışır, sevinirim.

 

Darağacı Avı/ Osman Şahin/ Can Yayınları/110 s.


Cumhuriyet Tatil Otel Rezervasyon

En Çok Okunan Haberler